“Siyasi bakımdan birçok devlete parçalanmış bulunan İslam dünyası, fikir ve mezhep mücadeleleri ile de dayandığı esasları kemiriyordu.” ( Prof. Doktor Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet, Sayfa: 14)
Abbasilerle birlikte bir çözülme sürecine giren İslam İmparatorluğu’nun
son dönemlerinde içine düştüğü durum, işte tam da budur. Bu durumu bizzat
Türk-İslamcı bir kişi olan Prof. Doktor Osman Turan’ın yazdığı satırlardan
okumak ise son derece manidardır.
“Esasen farklı düşünce ve inançlara küfür gözüyle bakan,
despot ve baskıcı bir zihniyete sahip dünya görüşünü temel alan şer-i bir
devlet düzeninin, sonunda siyasi ve askeri gücünü tüketmeye başladığı anda,
zaten emperyalist bir mantıkla cebren el koyduğu topraklarda ardı arkası
kesilmeyen bağımsızlık isyanlarının giderek önü alınamaz hale gelmesi de, son
derece doğaldır.”
Tarih bize göstermektedir ki, tüm çok uluslu
imparatorluklar, gerçek emperyalist niyetlerini, özellikle ulvi duygular ile
maskeleyerek ordularını güdüleler. Aslında o orduların askerlerinin gerçek
niyetleri de zaten bellidir. “Kâfirin canı, malı, ırzı bize helaldir” mantığı
bu durumu açıkça belli eder.
Çevrelerinde ciddi bir siyasi ve askeri güç olmamasından da
faydalanarak genişleye bildikleri yere kadar genişlerler. Karşılarına çıkan ilk
ciddi güç ise ulaşılan son nokta olur. Allah yolunda can vererek o ciddi gücü
dize getirmek şöyle dursun, bir daha o ciddi gücün ülkesine ilişmeyi,
akıllarından bile geçirmezler.
İşte 732 yılında Pireneleri aşarak Frank Krallığı’nın
içerisine kadar ilerleyen Endülüs Valisi Abdurrahman El-Gafiki komutasındaki
Arap ordusunun Puvatya (Poutiers) önlerinde başlarına gelenler bu durumun en
güzel örneğidir. Aslında yenilginin en önemli sebebi de Arapların ne için
savaştıklarının en açık delilidir.
732 yılında Pireneleri aşarak Puvatya’ya kadar her yeri
yakıp yıkarak ve yağmalayarak ilerleyen Endülüs Valisi Abdurrahman El-Gafiki
komutasındaki İslam ordusu, Puvatya’yı da kolayca ele geçirerek derhal yağma ve
talana başlar.
Her şey buraya kadar her zaman olduğu gibi son derece normal
ve kolay olmuştur. Ancak Aqutania Dükü Eudes’in yardım çağrısıyla harekete
geçen Frak Krallığı Baş Komutanı Charles’ın hızla üzerlerine geldiği haberini
alan Abdurrahman El-Gafiki, yağmaya dalan askerlerinin ancak bir kısmını
toplayarak Puvatya önlerinde savaş düzenine geçebilir. Arap ordusunun önemli
bir kısmı hala yağma ve talan derdindedir.
Puvatya önlerinde hızla üzerlerine saldıran Frank Ordusu
karşısında komutanları Abdurrahman El-Gafiki’nin de ölmesiyle başsız kalan Arap
ordusu büyük bir bozguna uğrayarak geldikleri yoldan Pireneler’e doğru dağınık
bir halde kaçmaya başlar. Ancak başkomutan Charles, Arapları amansız bir takibe
alır ve geride kalanları kılıçtan geçirerek Narbonne’e kadar kovalar.
Pireneler’i aşarak Endülüs’e ulaşabilenler, Arap Ordusu’ndan
geriye kalan kılıç artıklarıdır.
Başkomutan Charles’a bu zaferi nedeniyle Frank Ülkesinin ve
Hıristiyanların kurtarıcısı olarak Martel (Çekiç) lakabı verilirken, İslam
Tarihçileri de sefer güzergâhına Balat üş-şüheda (Şehitler Yolu) adını
verirler.
Arap ordularının bu bozgunla Avrupa içlerine yaptıkları
seferleri de kesinlikle son buluyordu. Çünkü Araplar, bir daha Pireneler’i
aşarak Allah yolunda şehit olmayı, akıllarından bile geçirmeyeceklerdir.
Emperyalist
İmparatorlukların dış talanlarının sona ermesi, kaçınılmaz olarak iç talanı da,
daha da acımasız hale getirir:
Ahnef bin Kays’ın Ceyhun nehrine dayanmasıyla başlayan Türk
ülkelerini istila hareketi ise, 705 yılında Kuteybe bin Müslim’le sistemli bir
hal almasına rağmen, bir asra yakın zaman içinde, ölümüne bir mücadeleyle, on
binlerce Arap askerinin canına mal olan bir bataklığa dönüşmüştü. Tüm bunlarla
birlikte, çok geniş topraklara yayılan İslam İmparatorluğu'nun parlak zafer
yıllarının geride kalmasıyla, devasa bir bürokrasi ve büyük bir ordu besleme
zorunluluğu, haraca (İslam olmayan zimmi halktan alınan kelle vergisi) olan
yaşamsal ihtiyacı da kaçınılmaz olarak arttırıyordu.
İşte bu ağır hegemonyadan kurtulmak için mecburen İslam
olunsa bile Mevali (sonradan olma, dönme) olarak nitelenen Arap olmayan
halklardan sağlanan haraç gelirinden vazgeçilmemesi, hatta Müslümanlaşmanın
bile haraç için yasaklanması, artan baskı ve zulüm, Emevi hanedanının sonunu
getirecektir.
Abbasi Hanedanı, unsuru aslinin iktidarsızlaşmasını ve içten
içe çürümeyle birlikte, parçalamayı da beraberinde getirir:
Her emperyalist İmparatorluğun yönetim erki, içlerinden yeni
bir alternatif çıkarma potansiyeline karşı, içlerinden çıktığı unsuru aslisine
karşı kaçınılmaz olarak yabancılaşacaktır. İşte iktidarını mevali isyanına
borçlu olan Abbasi Hanedanı da, ordusunu giderek Araplardan arındırarak
lejyonerleştirirken, yönetiminin siyasi erkini de mevali yöneticilere
dayandırıyordu.
İşte araştırmacı yazar Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman Olduk?
Adlı eserinde, yukarıda yazdığım durumun sonuçlarını da, aşağıdaki şekilde
irdeler:
“Araplar, giderek genişleyen iç çatışmalarının da sonucu
olarak yayılma güçlerinin sonuna varmışlardır. Bırakalım Türkleri kılıç zoruyla
dize getirecek konumdan uzaklaşmalarını, egemen oldukları topraklarda dahi
gerçek iktidar konumundan uzaklaşmışlardır. Yerel otoritelerin kendi
bağımsızlıklarını ilan ettikleri, dinsel ve din dışı ayaklanmaların ve kanlı iç
savaşların görülmemiş boyutlara çıktığı, paralı köle askerlerin merkezi
iktidarda büyük bir etkinlik kurmaya başladığı, giderek içten içe çürüyen bir
imparatorluk durumuna girmektedirler. Hilafetin ve Arapların gücü ise
İslamiyet’in neden olduğu ideolojik hegemonya sayesinde henüz sürmektedir”
(Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman Olduk, Cumhuriyet kitapları 15. baskı 1999, 16.
bölüm, sayfa: 213)
İşte Erdoğan Aydın’ın son satırlarda belirttiği durum bile
artık daha fazla sürmeyecektir. 875 yılından itibaren imparatorluğun
doğusundaki fiili egemenlik İranlı Samanilerin eline geçecektir. ( Erdoğan
Aydın, aynı eser, sayfa: 213)
Yerel hanedanların giderek siyaseten güç kazanması sonucu,
Abbasi halifelerinin ellerinde görkemli sıfatlarından başka pek de bir şeyleri
kalmayacaktır:
İşte Claude Cahen bu durumu şöyle belirtir: “ İlke olarak
Abbasilere bağlılık devam ediyordu. Paralar yine halifenin adına basılıyor,
Cuma namazlarında hutbeler yine olun adına okunuyordu. Fakat Safariler ile
Samanoğulları, daha sonra da Gazneliler kendi adlarını da buna eklemişlerdir.
Halifelik Şii Büveyhoğullarına boyun eğmek zorunda kaldığı zaman, doğudaki
valilere emir verme gücünü tamamen yitirdi.
Oysa şimdi halifeler, kendileri için çok daha görkemli
“Mevla emir ül-müminin (inananların emirinin mevlası) sanının kullanılmasını
istiyor ve böylece inananların erincinin ancak kendilerinden geleceğini
sezdiriyorlardı.” (Claude Cahen, Türkler nasıl Müslüman oldular, sayfa: 351,
Örgün Yayınevi 5. baskı, Kasım 2011)
Kuteybe’nin vahşet
bayrağı, şimdi Samanilerin elindedir:
Samanoğulları İslam imparatorluğunun doğusunda 875 yılında
egemenliği ellerine geçirdiklerinde dahi hala Türklerin önemli bir nüfusu,
İslam’a karşı büyük bir direnç içindedir. Gerçi 751 yılındaki Talas Savaşı’ndan
sonra egemenlik güç bela da olsa sağlanabilmiştir, ancak hiçte bugüne kadar
belletildiği türden koşarcasına Müslüman olup hidayete erme gibi içi boş bir
hamasi söylem asla söz konusu olmamıştır.
İşte Kuteybe’in Ceyhun’un ötesine geçişinden 170 ve Talas
Savaşı’ndan 124 yıl sonra bile Türklerin çoğu hala kâfirdir. Ve bu kâfir
millete karşı Samani Hanedanı’nın siyaseti de, Arap-İslam siyasetinden hiçte
farlı olamazdı. Yani kâfirin canı, malı, ırzı, Müslüman'a helaldir.
“Samanoğlu İsmail, 893 yılında Talas’a düzenlediği seferde
Türk hükümdarının Hatun ünvanlı karısı ile birlikte 15 bin Türk’ü esir alırken,
10 bin Türk’ü de katledecek ve kentin en büyük kilisesini de camiye
çevirecektir. Bu hükümdar, Tarihçi-Türkolog Omeljan Pritsak’a göre,
Karahanlılar'ın Ortak-kağan’ı Oğulçak (Kadir Han)’dır. Oğulçak bu yenilgi
üzerine başkentini Kaşgar’a taşır. 904 yılında ise Samanoğlu ülkesini istila
eder. Türkler, gönüllü gazilerin desteğiyle Halifenin ülkesinden çıkarılırlar.
Nüzamülmülk’e inanılırsa kâfir Türkler 942 yılına Balasagun’u alırlar. Prof.
Dr. Faruk Sümer’e göre bu Türkler, başlarında Karahanlı Sülalesi bulunan
Yağma’lardır. Bu savaşlardan sonra Saltuk Buğra Han İslam olur.” (Doğan
Avcıoğlu, Türklerin Tarihi 3. cilt, sayfa: 1401)
Samani Hanedanı’nın Türklere karşı bu mücadeleleri görüldüğü
gibi Karahanlı egemenlerinin İslamlaşmasıyla sonuçlanmıştır. Ancak bu da
onların aleyhine olmuş ve sonlarını getirmiştir.
Türklerin bu yönelimle birlikte İslamlaşması ise, aslında
Türk egemen beylerinin uzun süredir fırsatını kolladıkları İslam ülkesinin
kapılarının kendileri önünde açılması arzularını gerçekleştiriyordu.(Erdoğan
Aydın, Nasıl Müslüman Olduk? Cumhuriyet Kitapları 15. baskı, 1999)
Türklerin İslam olmaya başlamalarının temel nedeni, aslında
hiçte hidayete ermek değildi:
Prof. Zeki Velidi Togan, “Türkler arasına İslamiyet'in
Maniheizm, Budizm ve Şamanizm gibi dinlere az çok uyabilen Şiilik, Alevilik
kanallarından girdiği kesindir” değerlendirmesini yapar. (Doğan Avcıoğlu,
Türklerin Tarihi cilt:3, sayfa: 1400). Ancak bu saptamanın çoğu fakir olan halk
kesimi için geçerli olduğu açıkça görülür. Türk egemen sınıfının tercihi ise
kendi şahsi-siyasi çıkarları gereği Sünni İslam yönünde olmuştur. Bu gün dahi
durum budur.
İşte Cemşid Bender, bu durumu şöyle ifade eder: “İslamiyet,
Türk egemen sınıfları için “ulusal birliği korumada, yayılmacılıkta ve siyasal
iktidarın süreğenliğinde en büyük faktörü oluşturdu.” ( Cemşid Bender, Kürt
uygarlığında Alevilik, sayfa: 147)
Turgut Akpınar ise Türk-İslamcı Zeki Velidi Togan’ın “
Türklerin İslamiyet’i ancak Arapların ordularına ganimet getiren fütuhatlarına
iştirak düşüncesiyle kabul etmiş oldukları düşüncesi artık ancak ilim sahası
dışında bahis konusu olabilir” değerlendirmesiyle düştüğü tutarsızlığı, açıkça
gözler önüne sermektedir.
“Hâlbuki Z. V. Togan bir cümle evvel Türkler arasında
İslamiyet’in böyle toptan yayılmasının (ki aslında böyle olmadığına yukarıda
değinmiştik) sebeplerinden bahsederken “aşiret hayatı yaşayan Arapların
arasında zuhur eden İslamiyet’in realist ve askeri bir din olması”. Yani
devamlı olarak cihat seferleri gerektirmesi, bunların ise pek çok ganimet
getirmesi ile Türklerin eski yağma seferleri arasında paralellik ve bunun
insanlarda yarattığı sempati duygusu ve savaşlar sayesinde sağlanacak
yararların heyecanı ve sevinci dine karşı duyulan manevi bağlanma ve saygıya
eklenmesi gereken bir çekicilik duygusu değil midir?”
“Bu gerçeği belirtmek ise bilime aykırı olmak şöyle dursun,
gerçeği araştırma amacı güden bilimin ta kendisidir”(Turgut Akpınar, Tarih ve
Toplum dergisi, sayı: 80 sayfa:51)
İşte bu yazı dizisinin yazarı olarak benim değerlendirmem
ise şudur: “Bırakalım Türklerin Müslümanlaşmasını, Arapların dahi kendi
içlerinden çıkan İslam’ı benimsemeyip reddetmeleri nedeniyle cebren
Müslümanlaştırılmaları sonucunda, aslında hangi amaca hizmet ettikleri, 1400
yıllık İslam Tarihi boyunca ve günümüz Dünyasında bile açıkça görülmektedir.”
Nihayet içten içe çürüyen bir siyasi yapı içerisinde bir
çıkış yolu arayan Abbasi Halifesi Muktedir, 921 yılında İbn-i Faldan
başkanlığında bir elçilik heyetini, Şii ayaklanmalarına karşı yardım isteğiyle
Türk beylerine gönderir. İslam İmparatorluğundaki bu çözülme ise, Türk
egemenlerinin iştahını kabartan ve siyasi düşüncelerle İslamiyet'e yönelten bir
işlev görecektir.
İşte İslam Orduları komutanı Ahnef bin Kays’ın 642 yılındaki
Nihavent zaferiyle Ceyhun nehrine dayanmasından sonra, savaşlar ve katliamlarla
dolu geçen 300 yıllık bir zaman diliminden sonradır ki, Türk egemenleri
İslamiyet’e kabul edile bilir bir seçenek olarak bakmaya başlayacaklardır.
Böylece Halife el-Kaim bi-Emirillah’ın 1058 yılında Tuğrul
Bey’e Selçuklu Sultanı olarak taç giydirip iktidarını onaylayarak, Türklerin,
İslamiyet’in siyasi egemenliğine yükseleceği bir tarihi süreçte başlıyordu.
Gelecek yazımda Karahanlılar, Gazneliler ve nihayet Selçuklu
Devleti’nin kuruluşu ile bu tarihi sürecin nasıl geliştiğini inceleyeceğim.
AHMET ELDEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Küfür, hakaret, aşağılama içeren yorumlar yayınlanmaz