28 Kasım 2022 Pazartesi

Türkler nasıl Müslüman oldu: "Saklanan tarih - 1"

Başlarken:

Artık çok sık sorulmaya ve merak edilip araştırılmaya başlanan Türklerin nasıl Müslüman olduğu sorusu, günümüz Türk-İslamcı zihniyetinin en önemli sorunlarından biridir. Bu soru genellikle Türklerin kendi dinleri ile yakın benzerliklerinden dolayı İslam’ı kolayca benimsedikleri İslam ve peygamber aşkıyla hidayete erdikleri cevabıyla geçiştirilir.

Oysa tarihi gerçekleri araştırdığımızda, yukarıdaki geleneksel söylemle ısrarla gizlenmeye çalışılan Türklerin Müslümanlaşma sürecinin insanın kanını donduran kanlı bir vahşet süreci olduğunu görürüz.

İslamiyet, İspanya’da Prienelerin eteklerinden, Orta Asya’da Tanrı dağlarının eteklerine kadar, o zaman bilinen Dünyanın yarısına kılıç ve zulmün zoruyla yayılıyordu. Bu yayılmanın aslında insanlara Allah'ın dinini benimsetme ve hidayete erdirme değil, aksine ele geçirilen yerlerin iliğine kemiğine kadar sömürülmesinin amaçlandığı gerçeği bugün Asrısaadet masallarıyla saklanamayan bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.

İşte işgal edilen tüm bu coğrafyalardaki halklar kâfir oldukları için katliama uğruyor mallarına, kadınlarına, kızlarına, ganimet olarak el konuyor ülkelerin verimli topraklarına Arabistan’dan getirilen Araplar yerleştiriliyor ve hayatta kalanlar bundan sonra yaşamlarını sürdüre bilmek için ya köle olmaya ya da ağır bir cizye yani kelle vergisi ödemeye zorlanıyordu.

İşte bu ağır kelle vergisinden kurtula bilmek için insanların yoğun olarak İslamiyet’e geçmesinin, İslam imparatorluğunun en önemli gelir kaynağını önemli ölçüde azaltması üzerine, Emevi valisi Haccac Bin Yusuf’un din değiştirmeyi yasaklaması, amaçlananın hiç te insanları hidayete erdirmek olmadığının en güzel kanıtını oluşturmaktadır.

İşte İslamcı zihniyetin melek yüzleriyle söylediği o bildik sözler her zaman şunlardır: “ Bunlar tanrı sözleridir ve kâinatın kuruluşundan yok oluşuna kadar geçerli biricik kurtuluş reçetesidir. Yani 1400 yıllık İslam tarihine baktığımızda yukarıda anlattıklarımız bu günde geçerlidir.”

İşte bu çelişki karşısında hemen savunmaya geçilir, “canım o zamanın şartları öyleydi, ona göre değerlendirmek gerekir”. Ama sizin de durmadan söylediğiniz söz, “İslam şeriatı kıyamete kadar geçerli yegâne kanundur.” O zaman 1400 yıldır yaşanan tarihi gerçekler de işte bunlardır, sizde mi aynısını yapacaksınız? Diye sormak gerekir.

Yok, yapmayacaksanız, günümüz insani değerlerine, demokrasiye, laikliğe, fikri ve vicdani hürriyete karşı çıkmanızın gerekçesi nedir? Bunların yerine koyacağınız şey nedir?

İşte günümüz İslam Dünyasında ve ülkemizde yaşananların sebeplerini irdeleye bilmek için, nasıl Müslüman olduğunuzun kan, acı ve zulüm dolu gerçek tarihini öğrenmemiz artık her zamankinden daha büyük önem arz etmektedir.

Şüphesiz ki siyasal İslam, yani Şeriat, günümüz insani değerlerine yabancılaşmadan benimsenemez.

Bu yazı dizisini ilgi gösterip takip edecek olan okuyuculara, özellikle yeni yetişen gençlere faydalı olmasını diler, takip eden okuyuculara şimdiden teşekkür ederim.

AHMET ELDEN

Türkler nasıl Müslüman oldu: “Saklanan tarih- 1”

Hazreti Muhammet’in ölümünden sonra Araplar kısmen veya toplu halde İslamiyet’i bırakmaya başlarlar. Öyle ki Arap Yarımadası’nda yalnızca üç cami kalır. Bunlar, Mekke, Medine ve Bahreyn’deki Abdülkays camisiydi.

Bunların dışında hiçbir cami kalmazken Medine’ye zekât göndermeyi reddeden Arap kabileleri de toplu halde İslamiyet’i terk ediyordu. Bu gelişmeler üzerine Ömer Bin Hatab’ın zorla halife seçtirdiği Ebu Bekir: “Yahudiler bununla çok sevinirler, tek bir muhalif kalmayıncaya savaşa devam” emri veriyordu.

Ebu Bekir İslam’dan çıkma hareketine karşı çok sert tedbirler alır. Halit Bin Velid’i ordusuyla dinden dönenlerin üzerine gönderir ve orduya sefere çıkmadan öce şu konuşmayı yapar: “Bakın, siz ölürseniz şehit yani cennetliksiniz. Onlar ölürse cehennemliktir. Size onların canları, malları, hanımları ile kızlarını cariye olarak almanız helaldir, ama onların bu avantajları yoktur. “

Abdullah Bin Mesut, “Ebu Bekir döneminde biz bu mesajlar sayesinden kazandık, yoksa işimiz zordu” diyecektir.

İşte Ömer Bin Hattab, halife seçtirdiği Ebu Bekir’e tıpkı peygamber döneminde olduğu gibi, Arapların cennet, ganimet ve cariyelerle güdülenerek dış fetihlere yönlendirilmesini salık verir.

İşte meşhur İslam tarihçisi kuzey Afrikalı İmam Zehebi, El-iber adlı eserinde şunları yazar: “Müslümanlar Afrika’yı ele geçirince, elde ettikleri ganimetten savaşa katılanların her şahsa bin Dinar (altın para) dağıtıldı. Bunlar Afrika’nın işlenmiş kıymetli mücevheratını Allah adına talan ettiler” Düşünün ki bu ordu on binlerce kişilik bir ordudur.

Ebu Bekir’in ölümünden sonra emri vaki ile halife olan Ömer Bin Hattab dönemi ise tam bir fetih ve istila dönemi olacak, on yıl gibi bir sürede, Suriye, Filistin, Mısır, Irak, Kürdistan, Ermenistan, Azerbaycan ve İran ele geçirilerek Ceyhun nehrinin batı kıyılarına dayanılacaktır.

İşte o dönemlerden kalan tarihi belgelerde geçen şu metin son derece manidardır:

“Kutsal yerler yakıldı. Kutsal ateş söndü ve büyüklerin en büyüğü kendisini gizledi. Arap zulmü Şehrizar’a kadar olan tüm yerleri harap etti. Kadınlar ve kızlar esir alındı, erkekler kendi kanlarında boğuldu. Zerdüşt inancı yalnız bırakıldı. Hürmüz’ün hiçbirisi için bağışlaması olmayacaktır.” (Cemşid Bender, Kürt uygarlığı ve tarihi, sayfa: 78)

İslam orduları komutanı Halit bin Velid, İranlı komutan Hürmüz’e aşağıdaki Ültimatomu gönderecektir:

“Siz İslam dinine giriniz, emniyet ve güven içinde yaşamaya devam edersiniz. Eğer İslam dinine girmezseniz bizim hâkimiyetimizi kabul ediniz; Zimmi (İslam ülkesinde cizye karşılığı yaşamasına izin verilen gayrı Müslim) olun, biz de sizi koruyalım. Başkalarının size taarruz etmesine fırsat vermeyelim. O takdirde bize cizye (kelle vergisi) vermeniz gerekecektir. Yok, bunu da kabul etmezseniz bizim yapacağımız bir şey kalmamıştır (günah bizden gider). Aramızdaki hükmü Allah verecektir. Fakat öyle bir orduyla gelmişizdir ki, bu ordunun askerleri ölümü, sizin hayatı sevmenizden daha fazla seven kimselerdir.” (Z. Kitapçı, Türkistan’da İslamiyet ve Türkler, Sayfa:90)

Halit bin Velid’den 900 yıl sonra İspanyol fatihleri de Amerika yerlilerine ünlü Requeriminento’yu okuyorlardı:     

“Reddettiğiniz ya da işi kurnazlığa vurup bizi oyalamaya kalkıştığınız takdirde sizlere dosdoğru bir şekilde derim ki: Allah’ın da yardımıyla var gücümüzle üzerinize saldıracağız, amansız bir savaş verip sizleri boyunduruk altına alacağız. Kilisenin ve hükümdarımızın egemenliği altına sokacağız. Hükümdarımızın emri ile bedenlerinizi istediğimiz gibi kullanacağız. Sizi, kadınlarınız ve çocuklarınızı köle olarak satacağız. Mallarınızı alacağız ve size elimizden gelen her türlü kötülüğü yapacağız.”  (E. Gelano, Latin Amerika’nın kesik damarları, sayfa: 23)

Görülüyor ki İslam orduları da İspanyol ordularından hiçte farklı değildir. Şöyle bir farkla ki İslam orduları tam 900 sene kıdemlidir.

Hal böyle iken Hristiyanlık adına yapılanlar büyük bir zevkle aşağılanırken, İslam adına yapılanları cihat olarak kutsamak ve övünç vesilesi yapmak, ikiyüzlülükten ve nalıncı keseri misali kendine yontmak ve tarihi bilinçli olarak çarpıtmaktan başka bir şey değildir.

Ve Türklerle Araplar karşı karşıya gelirler:

637 yılında Arap orduları Sasaniler’le yaptıkları Kadisiye savaşından zaferle çıkarlar. 642 de Nehavend’de bir zafer daha kazanan İslam orduları tüm İran’a hâkim olup Ceyhun nehrine kadar olan tüm toprakların yolunu açacaklardır.

Bunun üzerine yenik Sasani imparatoru Yezdicert Türklerden yardım ister. Halife ordusunun kendi sınırlarına gelip dayanmasından rahatsız olan Türk hakanı bu yardım çağrısına sessiz kalmaz ve Soğdlular’ın da desteklediği büyük bir orduyla Ceyhun nehrini aşarak Arap orduları üzerine büyük bir harekât başlatır.

Kaldı ki Abdurrahman bin Rabia komutasındaki bir Arap ordusu bir önceki yıl Ceyhun’un geçerek Türk illerine saldırmış ve yağmalamıştır.

Z. Kitapçı, yerli halkın yardımından yoksun olan Arap ordusuna talih yardım etmezse tüm İran’ı kaybetmek durumunda kalacaklardı diye belirtir. Gerçekten de Belh şehrini acele boşaltan ve hızla geri çekilen Arap komutanı Ahnef’e talih yardım edecektir.

Türk Hakan’ının İran üzerine sefere çıkmasını fırsat bilen Çin ordusu Türkistan’a girmiştir. Böylece Türk Hakanı topraklarını kurtarmak için geri dönme kararı alacak ve Arap orduları büyük bir imha hareketinden kurtulacaktır.

İşte tarihin akışının değiştiği an da bu andır. Çünkü yağma ve ganimete alışmış Arap orduları 50 yıl kadar süren vur kaç akınlarından sonra İran’da durumunu güçlendirerek bizzat halifenin isteği doğrultusunda büyük bir işgal ve kıyım harekâtına başlayacaktır.

Türk yurdunda büyük bir işgal, katliam, tecavüz ve yağma hareketi başlayacak ve Türklerin işgale karşı gösterdikleri büyük direnç ve topyekûn giriştikleri yurtlarını savunma tepkisine karşı Arap orduları yüzbinlerce türkü acımasızca katledecek, kadınlar, kızlar ve çocuklar Arap ülkesinin köle pazarlarında satılmak üzere götürüleceklerdir.

Gelecek yazıma bu konuyla devam edeceğim.

AHMET ELDEN  

Türkler nasıl Müslüman oldu: "Saklanan tarih - 2"

Araplar Türkleri nasıl görüyordu:

Önlerine çıkan tüm ülkeleri fethederek Ceyhun nehrine kadar dayanan Araplar, ilk önceleri Türk yurtlarına saldırıya geçmekte kararsızdırlar. Her ne kadar bazı cesaretli ve maceracı Arap komutanlar Ceyhun’u geçerek yağma ve talan seferleri düzenleseler de, Ceyhun nehrinin aralarında bir güvenlik sınırı olarak kalmasında yarara gördüler.

Araplar, Türkleri kendilerinden daha güçlü ve saldırılmaları halinde kendilerini yok edecek büyük bir düşman olarak görüyorlardı. Bu durum Türkler hakkında Arapların hadislerde de geçen ön yargılarından ve korkulardan kaynaklanmaktaydı.

İşte halife Ömer bin Hattap Ceyhun nehrine kadar dayanan Arap orduları komutanı Ahnef bin Kays’a şu uyarı mektubunu gönderiyordu: “Sakın Ceyhun nehrinin öte tarafına tecavüz etmeyiniz. Nehrin beri tarafında kalınız. Horasan’a nasıl ve hangi şartlar altında girdiğinizi iyi biliyorsunuz. Girdiğiniz üzere orada kalmaya devam ediniz ki zaferiniz de devam etsin. Hem sakın nehrin ötesine tecavüz etmeyiniz. Sonra dağılır perişan olursunuz.” (Taberi’den aktaran, Z. Kitapçı)

Ayrıca halife Ömer, Ahnef bin Kays’ın Horasanı fethettiği haberini göndermesi üzerine şunları söyleyecektir: “Keşke oralara kadar bir odu göndermeseydim. Ceyhun nehri ile aramızda ateşten bir deniz olmasını ne kadar isterdim. Çünkü oraların ahalisi (Türkler) oradan çıkacak ve üç defa dağılıp Dünyayı istila edeceklerdir. Üçüncüsü onların sonu olacaktır. Bu bela ve musibetin Müslümanların üzerine gelmektense Horasan ehlinin üzerine gelmesi benim için evlâdır. “ (Taberi’den aktaran, Z. Kitapçı)

Hazreti Muhammed’in Türkler hakkındaki hadislerinde de “Kuvvetli bir kavim olan Türklerle harp etmedikçe kıyamet kopmayacaktır” (Müslim) der ve buna benzer hadisler İslam kaynaklarında geçer.

İşte yukarıda yazdıklarımdan dolayı Türk-İslamcılara yöneltilen en büyük eleştirilerden biri Zülkarneyn kıssasında bahsedilen Yecüc ve Mecüc’den Türklerin kastedildiği olmuştur.

“Buhari gibi Kur’an’dan sonra en muteber kaynak bir yana, Taberi, Bağdadi, Belhi, Beyzavi, Marvazi, Nersefi, Nüveyri, İbn ül Esir gibi saymakla bitmez nice ünlü bilginler. Bunun yanında, Asım Efendi veya Ahteri Mustafa Efendi gibi Türk bilim adamları dahi Yecüc ve Mecüc’ün aslında Türkler olup Araplar ve insanlığa felaket getirici ve hayvana yaklaşık yaratıklar olduğunu savunmuşlardır.” ( İlhan Arsel, Arap milliyetçiliği ve Türkler, Sayfa: 58)

Arapların Türkler hakkındaki düşüncelerini güçlendiren bir olay da Osman bin Affan döneminde yaşanır. Muhammed bin Cerir komutasında 2700 kişilik bir Arap Kuvveti Ceyhun’u geçip Fergana’ya kadar ilerler ancak komutanlarıyla birlikte yok edilir.

Ayrıca İslam Devleti içindeki iktidar mücadeleleri ve iç karışıklıklar da Türklere karşı harekâta bir müddet engel olur. Horasanda Arap işgaline karşı başlayan büyük bir ayaklanma önce Halife Ali tarafından bastırılmaya çalışılır. İktidarı Ali’den hileyle ve cebren alan Muaviye ise bu isyanı korkunç bir zulüm ve kıyım uygulayarak bastırır. Ayrıca tapınaklar yıkılarak Arabistan’dan getirilen 50 bin göçmen Horasan’a yerleştirilir ve istilanın kalıcılığı sağlanır.

Türklere karşı girişilen ilk harekâtlar:

Türklerin yaşadıkları ülkenin zenginliği yine de ganimete alışmış Arap akıncılarının münferit hareketlerine neden oluyordu.  673 yılında Ubeydullah bin Ziyad 24 bin kişilik bir orduyla Ceyhun’u geçer ve Buhara’yı kuşatır. Buhara şehrini yöneten Kıbaç Hatun, diğer Türk beylerinden yardım istese de yardımın gelmemesi üzerine Buharalılar Ubeydullah bin Ziyad’a karşı büyük bir mücadele verirler. Bu büyük direniş karşısında herhangi bir başarı elde edemeyen Arap ordusu yağma ve talana girişir ve önemli oranda ganimet elde ederek geri döner.

Muaviye’nin ikinci Horasan valisi Halife Osman’ın oğlu Sait bin Osman’da Türk şehirlerinin zenginliklerini duyup şansını denemek ister. Buhara yöneticisi Kıbaç Hatunla, Buhara’ya saldırmamak ve soylu Türk gençlerinden rehin vermek koşuluyla barış yapılır. Bu barışın verdiği güvenle büyük zenginlik kaynağı olarak duyduğu Semerkant’a saldırır. Semerkant büyük bir yağma ve yıkıma uğratılır. Ayrıca esir alınan 30 bin genç Türk, köle pazarlarında satılmak için sürüklenerek götürülürler.

Said bin Osman’ın, Kıbaç Hatun’dan zorla aldığı Türk gençleri, Said bin Osman’ın zulmüne tahammül edemeyerek buldukları ilk fırsatta onun üzerine çullanırlar ve öldürürler. Olayın olduğu Medine’de büyük bir infial oluşur. Türk gençleri kaçarak Medine yakınlarında bir dağa sığınırlar. Bu gençler, açlık ve susuzluktan ölünceye kadar dağ kuşatma altında tutulur.

Muaviye’nin oğlu Yezidin valisi Selim bin Ziyad ise, 680’de Türk ülkesine düzenlediği seferde yenilgiye uğrar. Bunun üzerine Araplar yeni ve büyük bir saldırı daha gerçekleştirir. Türkler ve Soğdlular bozguna uğratılarak liderleri öldürülür. Bu harekâtta her Arap'ın payına 2400 dirhem ganimet düşer.

685 te halife olan Abdülmelik, öncelikle yoğun baskı ve zulüm nedeniyle sarsıntı geçiren Emevi otoritesini yeniden sağlamlaştırma yoluna gidecektir. Araplarca kan dökücü ve zalim adı takılan Haccac bin Yusuf’u kendisine yardımcı olarak atar. Haccac bin Yusuf, bütün Arap imparatorluğunda kanlı bir terör dalgası estirir ve tüm muhalifler acımasızca ezilir. Hatta ayaklanan Mekke şehri bile kuşatılarak mancınık atışına tutulur. Kâbe bile bu mancınık atışlarında yıkılır ve isyan acımasızca bastırılır.

İşgal edilen ülkelerde Arapça zorunlu resmi dil yapılır ve asimilasyon süreci başlatılır. Haraç karşılığı ana dil hakları kabul edilen garı Müslimlerin bu hakları ellerinden alınır ve baskı altına alınırlar. Haccac bin Yusuf, başta Hariciler olmak üzere tüm muhalefet unsurlarını katliama uğratarak yok eder. Böylece Abdülmelik, Emevi otoritesini yeniden kurar.

Haccac bin Yusuf’un valiliği yeni bir dönemin başlangıcı olur:

İç otoritenin sağlanması, azalan ganimet gelirlerini arttırmak için yeni fetih ve işgal sürecinin başlamasına uygun ortamı da hazırlayacaktır. Bunun için Haccac bin Yusuf geniş yetkilerle Irak genel valiliğine atanır. Böylece Türklerin kaderi de dramatik olarak değişiyordu.

Haccac bin Yusuf’un Araplarla iyi geçinmek için vergi vermesine rağmen Sicistan Hükümdarı Rutbil’in üzerine Ubeydullah bin Ebi Bekri komutasında gönderdiği ordu büyük bir bozguna uğrar. Bunun üzerine Abdurrahman bin Eşas komutanda 40 bin kişilik büyük bir ordu yeniden Rutbil’in üzerine gönderilir.

Ancak Eşas ta bir başarı sağlayamayınca Haccac bin Yusuf atadığı komutana hiddetli bit tehdit mektubu gönderir: “Ey zalim ve dinden çıkmışın oğlu! Sana daha önce tembih ettiğim gibi düşman yurtlarına taarruz et. Yoksa tahammülünün üstünde ceza yükleyeceğim.” Buna kızan Eşas’ın Rutbil’le barış yapması üzerine Haccac, bir tehdit mektubu da Rutbil’le gönderir: “Eşas’ı tutup bana gönder. Yoksa vallahi bin kere bin asker ve mü bariz gönderirim. Varırlar senin şehirlerini ve illerini ve seni ve senin taallukatını esir eder ve iklimini yağma ve harabedeler.”

Mektubu ulaştıran Hacca’ın elçisi Abdullah: “Eğer Eşas’sı teslim edersen senden yedi yıl vergi alınmaması boynumun burcu olsun.” Güvencesi üzerine Abdurrahman bin Eşas teslim edilir.

Ancak Haccac bin Yusuf “Kâfire verilen söz muteber değildir” taktiğini uygulamıştır. 699 yılında Mülelleb bin Ebi Süfyan komutasında büyük bir odu Türk yurtlarının üzerine gönderilir. Hotel, Hocente, Soğd, Keş ve Nesef işgal edilir. Ancak Türklerin şiddetli direnişi kırılamaz.

Arap edebiyatçısı Cahız, Türkleri şöyle ifade eder: “Türk, Horasanlılar gibi geri çekilmez. Geri döndüğü takdirde öldürücü bir zehir ve insanın işini bitiren bir ölüm olur.” (Z. Kitapçı, Türkistan’a İslamiyet ve Türkler).

Haccac bin Yusuf’un Türk ülkesinde başlattığı büyük istila hareketine rağmen bir türlü kalcı bir başarı elde edilemiyordu. Arap orduları her yerde büyük bir direnişle karşılaşıyor ele geçirilen şehirler kısa süre sonra terkedilmek zorunda kalınıyordu.

Bu süre içerisinde Arap orduları Türk şehirlerini yağma ve yıkıma uğratmışlar, katliam yapmışlar, binlerce Türkü köle ve cariye olarak alıp götürmüşlerdir. Zulümden yılan bazı şehirler haraç vermeyi kabul etmişlerdir.

705 yılında Abdülmelik’in ölümüyle yerine geçen oğlu Velid, Kuteybe bin Müslim’i Horasan valiliğine atar. Bu atama yen bir dönemin de başlangıcı olacaktır. Kuteybe bin Müslim Türk, direnişini kırabilmek için çok daha şiddetli ve sistemli bir katliam ve işgal süreci başlatacaktır.

Böylece Araplar kalıcı başarılar elde etme ve Türk yurtlarına yerleşme fırsatı buluyorlardı.

Gelecek yazıma bu konuyla devam edeceğim.

AHMET ELDEN

Türkler nasıl Müslüman oldu: "Saklanan tarih - 3"

 “Allah, kendi dininin aziz olması için, size bu toprakları helâl kıldı”:

Kuteybe bin Müslim, 705 yılında Merv şehrinde topladığı 50 bin kişilik ordusuna, Türk ülkesindeki işgal ve katliamlarına başlamadan önce, işte böyle sesleniyordu.

Kuteybe’nin vahşeti, önce Baykent’i vurur:

Kuteybe bin Müslim, 50 bin kişilik ordusuyla, ilk önce Baykent şehrini kuşatır. Bunun üzerine şehrin çevresindeki bütün Türkler yardıma koşarlar kuşatmanın iki aydan fazla sürmesi Arap ordularını iyice yormuş ve bu nedenle Haccac bin Yusuf ordunun zaferi için dua okutmaya başlamıştır.

Sonunda Kuteybe, Baykent’lilerin haraç karşılığı barış teklifini kabul eder. Ancak barış bahanesiyle şehre girmeyi başaran Arap askerleri, şehrin zenginliğinin görünce hemen yağmaya girişir ve şehir halkına zulmetmeye başlarlar.

Kuteybe’nin şehirde bırakarak ayrıldığı Arap garnizonuna karşı Baykent'lilerin isyan etmesi üzerine derhal geri dönen Kuteybe bin Müslüm, Baykent’in erkeklerinin çoğunu katlettirerek kadınlar ve çocukları esir alır ve şehrin bütün zenginlikleri yağmalanır.

Z. Kitapçı, Baykent şehrinin yağmalanmasından ele geçirilen zenginliği Taberi’den şöyle aktarır: “Arapların, zenginlik, silah, altın ve gümüş gibi diğer kıymetli mücevherlerden elde ettikleri ganimetin, haddi hesabı yoktu. Kâtipler, bunları saya saya baş edemediler. Araplar, bütün Horasanı ele geçirdiklerinde bile, sadece bu şehirden aldıkları kadar ganimet, ellerine geçmemiştir.” (Z. Kitapçı, Yeni İslam tarihi ve Türkistan, Sayfa: 246)

Hepsi bu kadarla da kalmaz esir edilen kadınlar ve çocuklar, Çin’den dönen kervandaki eşlerine ve babalarına çok fazla fidyeler karşılığı geri satılırlar. Daha sonra Merv şehrinden getirilen önemli bir Arap kolonici nüfusu şehre yerleştirilir.

İslam adına Baykent’in sivil halkına, kadınlarına ve çocuklarına karşı girişilen bu vahşet karşısında, harekete geçen büyük bir askeri gücün hızla Vardan-Hudat liderliğinde üzerine gelmekte olduğunu duyan Kuteybe, hızla Merv şehrine doğru geri çekilmeye başlar. Kuteybe, Türkleri güçlükle yenerek Merv’e ulaşmayı başarırken, Vardan, Buhara’ya çekilir.

Kuteybe bin Müslim’in, Buhara vahşeti:

Ertesi yıl, Haccac bin Yusuf’un emriyle Buhara’ya saldıran Kuteybe bin Müslim, Şehrin şiddetli direnişine karşı yılgınlığa düşen ordusunun askerlerine şu konuşmayı yapar: “Ey Müslümanlar, nereye dönerseniz görmez misiniz ki düşman hezimet buldu. Bir saat daha sabredin, her kim Türker’den baş getirirse 100 dirhem vereceğim.” (Tarih-i Taberi, cilt:3 sayfa:343)

Kuteybe’nin bu vaadi ile gayrete gelen Arap askerleri, dört aylık zorlu Buhara direnişini nihayet kırarak güçlükle girdikleri şehirde, bu direnişin acısını büyük bir katliam, ırza tecavüz ve yağma hareketiyle çıkarmaya başlarlar. Öyle ki, Buhara sokakları insan cesetlerinden ve bu cesetlerden akan kanlardan geçilmez olur ve 50 bin Buharalı köle olarak götürülür.

Bu vahşetten sonra Buhara’da Araplara bağlı kukla bir yönetim kurulur. Bu arada yine de direnişe devam edenler kılıçtan geçirilir. Buhara’nın kukla hükümdarı Tuğ-Şad, Müslüman olarak yeni doğan çocuğuna da Kuteybe adını verir.

Kuteybe bin Müslim, ele geçirdiği Buhara’nın merkezi öneminden dolayı bu şehrin halkını her türlü çabayla Müslümanlaştırmaya çalışıyor, ancak bir türlü başaramıyordu. Türkler bir türlü atalarının dininden vazgeçmiyordu. Görünüşte Müslümanmış gibi yapan Türkler, Arap askerleri şehrin kalesinden çıktıkları zaman ateşgedeler uyarılıyor ve halk sanki İslami ayin yapmaya hazırlanıyormuş gibi yapıyordu.

Kuteybe bin Müslim, tüm zorlamalarına rağmen Buhara halkını samimi olarak İslam dinine geçiremeyince, işte o çok meşhur zalimane yöntemini uygulamaya başlar. Her Buharalının evinin yarısını Arap kolonicilerce paylaşması zorunluluğu getirilir. Bu koloniciler, İslam’a uygun yaşamayanları şikâyet ediyor ve bu kişiler çok ağır cezalara çarptırılıyordu.

Ancak tüm bunlara rağmen gizli direniş başlar. Arapları can korkusu sarar. Öyle ki, camilere bile silahsız olarak girmeye korkar olurlar. Bu direniş karşısında şehir halkına acımasız yöntemler uygulanarak sindirilmeye çalışılır.

Buhara’da egemenliği tamamen sağlayan Kuteybe bin Müslim, halkı yıllık olarak Halifeye 100 bin, Horasan valisine 10 bin dirhem vergi, Arap askerlerinin yiyeceğinin temini, Arap kolonicilerin yakacak ihtiyaçlarının karşılanması ve bu kolonicilere şehir çevresinde araziler vermekle yükümlü tutar.

Tüm bunlara rağmen Buhara halkı Araplara karşı amansız bir gizli direniş hareketi başlatmışlardı. Araplar gündüz vakti bile tek başlarına ve silahsız olarak Buhara sokaklarında gezemiyorlardı. Çünkü Türkler, buldukları her fırsatta Arapları öldürüyorlardı. Buhara’daki bütün Arapları can korkusu sarmıştı.

Türklerin, Arapların tüm baskılarına ve Müslümanlaştırma çabalarına karşı direncinin kırılamaması ve Arapların can güvenliklerini de sağlayamamaları, onları Türklere karşı daha acımasız ve vahşi yöntemler uygulamaya itiyordu. Cuma namazı zorunluluğu bile etkili olamaz. Türkler, tüm zorlamalara rağmen Cuma namazına bile getirilemiyordu.

Kuteybe bin Müslim, Buhara halkını Cuma namazına getire bilmek için ilginç bir yönteme başvurur. Namaza gelen her kese iki dirhem verileceği vadelidir. Kuteybe bu yöntemle en azından fakir halkı dönüştürmeyi umuyordu.

Buhara’da yaşanan tüm baskılar sonunda, Zerdüşt dinine inanan zengin Kuşan sülalesi, Buhara dışında yaptırdıkları 700 köşke yerleşerek evlerini terk ederler. Boşaltılan evlere Arap koloniciler yerleştirilir. Bir süre sonra Kuşan sülalesi, Cuma namazını reddettikleri için Arapların hücumuna uğrarlar, köşkleri yağmalanarak yıkılır ve bütün Kuşan sülalesi katledilir.

Talkan Şehrine giden yolun 24 kilometresinde, ağaçlara asılan Türklerin cesetleri sallanıyordu:

İnsanlık tarihinin kaydettiği en büyük katliamlardan biri, hiç şüphesiz Talkan şehri katliamıdır. Kendisi ile barış yapmasına rağmen Kuteybe’ye güvenemeyen Soğd hakanı Neyzek Tarhan’ın tüm Türk ülkesinde direniş hareketi başlatması üzerine, Kışı Belh şehrinde geçiren Kuteybe bin Müslim, Talkan şehrine saldırır.

Şehrin egemeni Şehrek, Kuteybe gelmeden şehri terk etmiştir. Kuteybe komutasındaki İslam ordusu, halkının hiçbir direniş göstermeden şehre girmesine rağmen, Kuteybe ordusuna tarihe geçen Talkan katliamını başlatır. Bütün şehri kuşatan İslam Ordusunun askerleri, silahsız oldukları ve savaşmadan teslim oldukları halde, direnen şehirlere ibret için Talkan şehri halkını kılıçtan geçirmeye başlar.

Talkan şehrinin sokakları insan cesetlerinden geçilmiyordu. Çığlıklar içinde kaçan insanlara Arap askerleri ayrım gözetmeksizin kılıçlarını sallıyorlardı.

Talkan şehri sokakları her yaştan kadın ve erkek doğranmış insan cesetleriyle dolmuş ve bu cesetlerden akan kanlar bütün şehri kızıla boyamıştı. Öyle ki Arap ordusu akşama kadar katliama devam etti. Sonunda kılıç sallamaktan askerlerinin yorulduğunu gören Kuteybe bin Müslim, geriye kalanların şehre gelen yolun çevresini saran ormanın ağaçlarına asılmasını emretti.

Talkan şehrine giden yolun 24 kilometresinde, ağaçlara asılan insanların cesetleri sallanıyordu.

Daha sonra Kuman şehrine giren İslam ordusu, bu şehrin halkının çoğunu kılıçtan geçirerek kalanları esir eder. Daha sonra Keş ve Nesef şehirlerini ele geçiren Kuteybe ordusu, katliamlarına acımasızca devam eder. Daha sonra Faryab şehrine dayanan Küteyse bin Müslim, Şehrin teslim olmasını ister.

Arap vahşetinin korkusuyla teslim olmayı reddeden Faryab şehri, Kuteybe'nin emriyle tamamen yakılır. Arap kaynaklarında bu şehre, Muhtereka adı verilir, yani yakılmış şehir.  Nihayet Arap ordusuna karşı direniş başlatan Neyzek Tarhan’ın çekildiği bağlan Kalesi kuşatılır.

Kuteybe Ordusu, iki ay boyunca kuşattığı Bağlan kalesini bir türlü alamaz. Sonunda hile ile kaleyi ele geçirmeyi planlayan Kuteybe, Muhammed bin Selim’i elçi olarak gönderir ve teslim olmaları halinde hiç kimseyi öldürmeyeceğine söz verdiğini bildirir. Yiyecek tükenmiş ve açlık kaledekilerin gücünü iyice tüketmiştir. Neyzek Tarhan sonunda teslim olmayı kabul eder.

Tarhan’ı öldürmeyeceğine söz veren Kuteybe, Haccac bin Yusuf’a gönderdiği mektupla ne yapması gerektiğini sorar. Haccac: “Mecal verme hemen öldür, zira o Müslümanların düşmanıdır cevabını gönderir”. Haccac bin Yusuf: “Kâfire verilen söz İslam’ı bağlamaz” kuralı gereği hareket etmiştir.

Kuteybe önce Tarhan’ın oğullarının kafalarının satırla kesilmesini emreder. Daha sonra kaledeki 700 Türk savaşçının kafaları kesilerek derileri yüzülür. En son Neyzek Tarhan’ı, Kuteybe kendisi öldürür. Kesilen kafalar toplanarak, Haccac bin Yusuf'a gönderilir.

Ancak yaptıklarının cezasını çekercesine, Kuteybe bin Müslim’i de, çok acı bir son bekliyordu. Gelecek yazıma bu konuyla devam edeceğim.

AHMET ELDEN

Türkler nasıl Müslüman oldu: "Saklanan tarih - 4"

Harizm (Harzem) uygarlığı yakılıp yıkılarak, halkı da kılıçtan geçirilerek yok edilir:

Zafer sarhoşu Haccac bin Yusuf ve Kuteybe bin Müslim ikilisi, bu kez de gözlerini Semerkant’a dikmiştir. Ancak Kuteybe, Semerkant’ın işgalinden önce, stratejik öneminden dolayı Harzem ülkesinin ele geçirilmesini uygun görür.

Harzem’deki iktidar mücadelesin fırsat bilen Kuteybe, Çaygan’nın tarafını tutarak, onu Halife’ye haraç ödemesi ve on bin asker vermesi karşılığında Harzemşahı yapar. İslam ordusunun Türklere neler yaptığını çok iyi bilen Harzemliler isyan çıkararak Çaygan’ın ihanetini ona canıyla ödetirler.

Kuteybe bin Müslim zaten Türk ülkesinde yaptıklarıyla İnsanlık tarihinin en eli kanlı canileri arasına girmiştir. Harzemli’lerin isyanına karşı, mesleğini yine ustalıkla icra eder. Harzem’in üzerine yürüyen İslam ordusu tarafından bütün Harzem ülkesi ve uygarlığı yakılıp yıkılır. Harzem halkı kılıçtan geçirilir, zenginlikleri ganimet olarak yağmalanır, hatta Harzemli’lerin tarih yıllıklarının bile tamamı yakılarak yok edilir.

Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi adlı eserinin 3. Cildinde Harzem’in yok edilişini, Harzemli Türk bilgini Birûni’den şöyle aktarır:

“Kuteybe, her çareye başvurarak, Harizmli’lerin yazılı dilini bilenleri, geleneklerini koruyanları yok etti. Böylece her şey karanlıklara gömüldü, İslam Harizmli’lerin içine girerken, onların tarihleri hakkındaki bilgileri öğrenme olanağı bırakmadı”

Görüldüğü gibi Kuteybe bin Müslim, bir Türk ülkesini bilinçli olarak kültürüyle birlikte yok etmiş ve böylece canilik mesleğinde tavan yapmış ender kişilerdendir.

Artık sıra, Türk uygarlığının en gözde şehirlerinden Semerkant’a gelmiştir:

Semerkant Hakanı Gurek, Kuteybe bin Müslim komutasında doğrudan Semerkant’ın üzerine yürüyen 50 bin kişilik İslam ordusuna karışı, bütün Türk hakanlarından yardım talep eder. Taşkent ve Fergana’dan acele yola çıkarılan yardım kuvvetleri, Kuteybe’nin tuzağına düşerek yenilirler.

Arap ordusu tarafından kuşatılan Türk uygarlığının bu güzide şehri, mancınık atışlarıyla yıkıma uğratılıyordu. Yardımsız kalan halk, var güçleriyle şehirlerini vermemek için çarpışıyorlardı. Ancak bu kez Türklerin amansız mücadelesinden derslerini iyi alan Araplar, canlarının kıymetini iyi biliyor ve İran’dan getirdikleri köleleri ve paralı askerleri Türklerin üzerine sürüyorlardı.

 Araplar askerleri, her ne hikmetse Allah'ın kendilerine vadettiği cennete Türklerin üzerine sürdükleri bu birliklerin girmesini, daha uygun görmüşlerdi.

Semerkant hakanı Gurek, Kuteybe’ye bir mektup göndererek, onu mertliğe davet eder:

“Bu ettiğin harbi zannetme ki Arapların kuvveti ile edersin. Belki Acem’den benim kardeşlerimdir ki sana yardım edip cenk ederler. Harbe Arapları gönder ki, gör bak biz neler ederiz”

Ancak yüzsüz Kuteybe’nin ruhu bile duymaz. Arap askerlerine geriden mancınık atışlarını sıklaştırmalarını emrederek daha çok dirhem vaadinde bulunur. Sonunda Gurek, şehrin daha fazla yıkıma uğramaması için, halka dokunmamak şartıyla Semerkant’ı teslim eder.

Böylece Gurek’in şartını kabul ederek şehre girmeyi başaran Kuteybe, derhal ağır bir antlaşmayı Gurek’in önüne koyar:

“Semerkant halifeye her sene 2 milyon 200 bin altın ödeyecek. Bir seferlik 30 bin sağlıklı genç, esir olarak verilecek. Şehirde cami yapılacak. Eli silah tutmaya müsait her kes, şehirden sürülecek. Tapınaklardaki tüm putlar ve mücevherler teslim edilecek.”

Sadece teslim alınan putlar yakılarak, küllerinden 50 bin miskalden fazla altın elde edilir. (Taberi’den aktaran, Z. Kitapçı)

Kuteybe bin Müslim, kardeşi Abdurrahman bin Müslim’i muhakkak yerine getirmesini emrettiği bir talimatname ile şehrin egemeni yaparak, Merv şehrine geri döner.

“Semerkant’a gelen bütün yolları tutacak ve kapılarından hiçbir Türk’ün serbestçe girmesine müsaade etmeyeceksin”

“Şayet şehre mutlaka girmesi gerekenler olursa ellerine balçık sürülecek ve balçık kuruyana kadar şehirde kalabilecekler.”

“Balçık kuruduğu halde şehri terk etmeyenleri derhal öldüreceksin.”

“Hiç kimsenin demir parçası dahi olsa bir silahla dolaşmasına izin vermeyeceksin. Şüphe üzerine arananların üzerinden demir parçası dâhil bir silah çıkarsa, onları üzerlerinde bulunan silahla derhal öldüreceksin.”

“Gece sur kapıları kapandıktan sonra şehirde yabancı kalmışsa, onları derhal öldüreceksin.”

(Sabri Gündüz, İslamlık Türklük, sayfa: 128)

Böylece binlerce Semerkant Türkü çöllere sürülerek açlığa terkedilirken, Araplar tüm zenginlikleriyle birlikte Semerkant’ın üzerine konuyorlardı.

Kuteybe bin Müslim’in başı, kendi askerleri tarafından bizzat kesilirken, adeta yaptıklarının cezasını da böylece çekmiş oluyordu:

Haccac bin Yusuf’un emriyle bu kez de Taşkent ve Fergana’yı hedefine alan Kuteybe, bağlı olduğu Irak, Horasan ve Türkistan genel valisi Haccac bin Yusuf’un, ölüm haberinin gelmesiyle kendisini bir anda boşlukta bulur.

Çünkü İslam imparatorluğunda iktidarı ele geçirmek için, herkes birbirinin kuyusunu kazmaktadır. Haccac’ın ve özellikle de kendisinin, en zengin ganimet bölgesinin komutanı olduğu için yerine geçmek isteyen pek çok rakibi ve düşmanları olduğunu iyi bilmektedir. Ele geçirdiği zengin ganimetler sayesinde, adına şiir bile yazılmıştır:

“Kuteybe Türkleri öldürüp duruyor;

Biz onun sayesinde, ne ganimetler elde ediyoruz”

O güne kadar yakın koruyucusu Haccac’ın sayesinde yerini koruya bilmiştir. Ancak artık bu korumadan yoksundur. Merv şehrine çekilerek beklemeye geçer.

Halife Velid, Kuteybe’in seferleri bırakarak komutanlığının merkezi Merv’e geri çekilmesi üzerine, ona bir mektup gönderir:

“Müminlerin halifesi şüphesiz senin Müslümanların düşmanlarına (Türklere) karşı çetin mücadelelerinle verdiğin imtihanları ve cihadını bilmektedir. Yine müminlerin halifesi senin şanını yükseltecek ve sana gerekli olan her şeyi yapacaktır. Harp etmeye önem ver, Rabbinin sevabını bekle”

Halifeden gelen bu destek mektubuyla endişeleri dağılarak emrindeki orduyla Kaşgar şehrini kuşattığı sırada, bu kez de halife Velid’in öldüğü ve daha da kötüsü can düşmanı Süleyman bin Abdülmelik’in halife olduğunu öğrenir.

Kuteybe’nin şansı, en yakın koruyucusu Haccac’ın ölümüyle artık dönmüştür. Yeni halife onun can düşmanıdır ve onu mutlaka ortadan kaldıracağının farkındadır. İşte bu ona hayatının en büyük hatasını yaptıracak ve emrindeki askerleri, yeni halifeye karşı kışkırtmaya kalkışacaktır.

Ancak isyana teşvik ettiği askerler, kendilerinin halifenin askerleri olduklarının ve başlarındaki Kuteybe’nin de halifenin atadığı bir memur olduğunun bilincindedirler. Bir hain olarak çevresini kuşatan askerlerin arasında kalıverir. İşte sonunda bir hiç olmuştur.

Zaferlerinin göstergesi olarak kestirerek Şam’a gönderdiği binlerce Türk’ün kafalarının ardından, şimdi Kuteybe bin Müslim’in kesilen kafası da, ihanetinin cezasını çektiğinin göstergesi olarak Şam’a gönderiliyordu, yıl: 716. 

Ancak Kuteybe’den boşalan yere hiç de onu aratmayacak yeni bir kan dökücünün gelmesi gecikmeyecektir.

İşte bu yeni kan dökücü, Türklerin akan kanıyla değirmen döndürerek değirmenin yaptığı unundan ekmek pişirtip yiyecek ve insanlığa karşı işlenen en büyük zulümlerden biri olarak tarihe geçen ünlü kanlı değirmen hadisesiyle, insanlık tarihinin en eli kanlı canilerinden biri olarak, adını tarihe yazdırmayı başaracaktır.

İşte bütün bunlar, Türklerin İslam ile şereflenmeleri adına yapılıyordu. Gelecek yazıma bu konuyla devam edeceğim.

AHMET ELDEN

Türkler nasıl Müslüman oldu: "Saklanan tarih -5"

Cürcanlı’ları mağlûp ettiğimde üzerlerinden kılıcımı kaldırmaya, ta ki akan kanlarından değirmen döndürüp, unundan ekmek pişirip yemedikçe!

Halife Süleyman bin Abdülmelik’in yeni Horasan valisi Yezit bin Muhalleb, işte gün gelip bu yemini edecek ve yeminini de tutacaktır.

716 yılında bu göreve ikinci defa atanan Yezid bin Muhalleb, Kuteybe’den önce bu görevdeyken Harzem’den esir alınan binlerce Türk’ü, kış mevsiminde kendi askerleri üşümesin diye soyarak elbiselerini Arap askerlerine giydirmiş ve binlerce Türk esir soğuktan donarak can vermişti.

Haccac bin Yusuf, bir müneccimin senin yerinde gözü var demesi üzerine Mulalleb’i azlederek yerine Kuteybe’yi atamış, onu da zindanda işkencelerden geçirmiş, ancak öz eniştesi olduğu için öldürmemişti.

Yezit bin Muhalleb bu göreve ikinci atanışında Kuteybe’nin yerini doldurduğunu kanıtlamak için Cürcan şehrini ele geçirmeyi kafasına koymuştu.

Muhalleb, daha önce Dağıstan’ın işgaline yönelir. Dağıstan Hakanı Sal-Tekin’i uzun çarpışmalardan sonra ordusuyla kuşatarak ablukaya alır. Uzun süren abluka yüzünden açlık ve susuzluğun dayanılmaz hale gelmesi üzerine Sal-Tekin: “Benim taallukatımdan ve mallarımdan el çekersen öyle olsun” der ve teslim olmayı kabul eder.

Yezit bin Muhalleb’in şartını kabul etmesi üzerine Sal-Tekin teslim olunca, Dağıstan’a giren İslam ordusu, şehrin zenginliğini görünce derhal yağma ve talana girişerek 14 bin Dağıstan Türkü’nü de kılıçtan geçirir (Tarih-i Taberi cilt: 3, sayfa: 380-381). Yezit, “Kâfire verilen söz muteber değildir” kuralını uygulamıştır.

Daha sonra Cürcan şehrini kuşatan İslam Ordusu, 300 bin altın dirhem haraç karşılığı teslim olan şehrin tüm zenginliklerini yağmalar. Yezit bin Muhalleb, Cürcan’ı kolayca ele geçirmesinden aldığı cesaretle Taberistan’a yönelirken, şehre 4 bin kişilik bir jandarma gücü bırakır.

Ta ki akan kanlarından değirmen döndürüp, unundan ekmek pişirip yemedikçe!

Taberistan Hakanı İsfehbend, üzerine yürüyen 50 bin kişilik İslam ordusuna karşı, Deylem şehri hakanından da 10 bin kişilik yardım alarak dağlara çekilir. Taberistan dağlarında amansız bir mücadele veren Türklerin karşısında ağır zayiatlar veren İslam ordusu geri çekilir.

Bir yandan mücadeleyi sürdüren İsfehbend’in, Cürcan’a da yardım çağrısı göndermesi üzerine ayaklanan Cürcan halkı, Esed bin Abdullah komutasındaki 4 bin kişilik Arap jandarma gücünü tamamen yok eder.

İste bu olayı duyan Yezid bin Muhalleb, tarihe geçen o ünlü yeminini eder:

“Cürcanlıları mağlup ettiğimde, üzerlerinden kılıcımı kaldırmaya, ta ki akan kanlarından değirmen döndürüp unundan ekmek pişirip yemedikçe!” (Taberi’den aktaran Sabri Gündüz: İslamlık, Türklük, sayfa: 135)

Ancak daha önce İsfehben’di teslime razı etmesi için, onu tanıyan Hayyan Nebiti’yi elçi olarak gönderir. Hayyan Nebiti, bin bir türlü dil dökerek, 100 bin altın dirhem, 400 yük zaferan, her birinin başında bir simin tabak, üzerlerinde bir top ipek ve parmaklarında bir gümüş ya da altın yüzük olan

400 genç esir erkek karşılığında, İsfehbend’i teslim olmaya razı eder. Hatta Yezid, bizden mi yoksa onlardan mı? Diye sorarak şaşkınlık geçirir.

Görülmektedir ki İsfehbend, kendi emniyeti ve güvenliği için, daha önce yardım çağrısı yaptığı Cürcanlı’lara, maalesef ihanet etmiştir.

Cürcan Hakanı, İsfehbend’le barış yaptıktan sonra Yezit bin Muhalleb’in ordusuyla üzerine yürümesi karşısında şehrin kalesine çekilir ve yedi ay süren amansız bir mücadele başlar. İslam ordusu tüm saldırılarına rağmen, her seferinde ağır kayıplar vererek geri çekiliyordu. Aralıksız mancınık atışlarıyla verdirilen ağır tahribata rağmen Türkler bir türlü mücadeleden vaz geçmiyordu. Bu durum Arap ordusunda büyük bir moral bozukluğu yaratmıştı.

Sonunda Yezidin adamlarından Heyyac bin Abdurrahman, kalenin yaslandığı tepede tesadüfen kaleyi ele geçirmeye müsait bir yol keşfederek 4 bin dirhem altın karşılığı Yezide tarif eder. Sabah ön cepheden şiddetli bir şaşırtma saldırısı başlatılarak şiddetli bir savaş verilirken, tepedeki yoldan kaleye giren Arap askerleri, Türkleri esir alır.

Sonunda Cürcan’a girmeyi başaran Yezit bin Muhalleb, eli silah tutan herkesi kılıçtan geçirtir, şehrin bütün gençleri esir alınır, şehir yağma ve yıkıma uğratılır, geçeceği yolun 4 fersahlık (24 km) kısmına darağaçları diktirerek esir alınan Türk gençlerini astırır. 12 bin kişiyi de yemini için ayırır.

Tarihe geçen, kanlı değirmen hadisesi:

Bu 12 bin genç, Cürcan yakınındaki Erderhiz vadisine sürülür. Vadiye gelince Yezidin askerlerine: “bunlardan intikamını almak isteyen alsın!” demesi üzerine 12 bin silahsız Türk gencine saldıran Arap askerleri hepsini katleder. Erderhiz vadisi, parçalanmış insan cesetleriyle dolmuş ve bu cesetlerden akan kanlar bütün vadiyi kızıla boyamıştır.

Daha sonra vadiden akan nehrin yönü cesetlere doğru değiştirilir. Nehir suları 12 bin cesedin kanıyla karışarak kandan bir ırmağa dönüşmüş ve olayın geçtiği yerin ilerisindeki değirmene ulaşmıştır. Yezit bin Muhalleb, işte bu kanlı değirmenin öğüttüğü buğdayın unundan pişirttiği ekmeklerden yiyerek yeminini de yerine getirir.

Tarihi kaynaklar, Cürcan katliamında öldürülen Türklerin sayısının, 40 bin kişiden fazla olduğunu yazar. (Z. Kitapçı: Yeni İslam tarihi ve Türkistan, cilt: 1, sayfa: 262-263)

Çıkardığı isyan sonucunda kafası kesilen Yezit bin Muhalleb, tıpkı Kuteybe bin Müslim gibi adeta yaptıklarının cezasını çekiyordu:

717 yılında halife olan Ömer bin Abdülaziz, ganimet mallarının merkeze gönderilmesiyle ilgili çıkan sorun nedeniyle Muhalleb’i görevden alarak zindana attırır. Ömer bin Abdülaziz’in iki yıldan az süren halifeliği ölümüyle son bulunca, yerine Muhalleb’in can düşmanı olan Yezit bin Abdülmelik halife olur.

Bunun üzerine Muhalleb hapisten kaçar. Onu yakalama çabaları sonuçsuz kalır ve Basra’yı hâkimiyetine alarak geniş bir bölgede Emevi yönetimine karşı isyan başlatır. Halife ordusuna ağır kayıplar verdirir. Öyle ki halife Yezit bin Abdülmelik ölüm korkusuna kapılır.

Nihayet, Mesleme ve Abbas adlı iki komutan liderliğinde toplanan büyük bir hilafet ordusuyla giriştiği ve on binlerce de Müslümanın öldüğü savaş sonunda Yezit bin Muhalleb öldürülür. Muhalleb ile birlikte 300 yakınının da kesilen kafaları halifeye gönderilir. Bunun üzerine Muhalleb’in oğlu da Vasıt’ta tuttuğu elindeki 32 esirin kafasını kestirir. Savaş Muhallebin bütün yakınları ve soyu kurutuluncaya kadar devam eder ve geriye sadece kadınlarla kızlar kalır. Onlar da Mesleme tarafından, cariye olarak Cerrah bin Hakem’e satılarak sorun çözülmüş olur.

Görüldüğü gibi vahşet yaratan düzenlerde, vahşeti yaratanların sonu da, yine vahşice olur!

Türk yurtlarında Arap zulmüne karşı topyekûn bir isyan dalgası başlayacak ve Araplar neye uğradıklarını şaşıracaklardır.

Gelecek yazıma, bu konu ile devam edeceğim.

AHMET ELDEN

Türkler nasıl Müslüman oldu: "Saklanan tarih - 6"

“Horasan, ancak kılıç ve kamçı ile yönetilebilir”:

Türklere esir düşüp fidye ile güçlükle kurtulabilen Halife Ömer bin Abdülaziz’in Horasan valisi Cerrah bin Abdullah’ın işte bu sözleri, uzun süredir işgal altında tuttukları Horasan halkının bile Araplara nasıl baktıklarının bir itirafı gibidir.

Horasan köylülerinin baskı, zulüm ve ağır haraç vergisi karşısında yılarak Müslüman olmaları ve arazilerini bırakarak büyük şehirlere kaçmaya başlamaları üzerine Horasan’ın haraç gelirlerindeki önemli düşüş yüzünden, Haccac bin Yusuf, yerli halkın topraklarını terk etmesini ve Müslüman olmalarını yasaklamıştır.

Ömer bin Abdülaziz halife olduğunda işte bu Müslüman olma yasağını kaldırır. Ancak köylüler yine de haraç ödemeye devam edeceklerdir. İşte burada İslam ordularının Allah’ın dinini yaymak için cihat ettikleri ve işgal edilen yerlerdeki insanların huzur ve hidayete erdikleri gibi halâ günümüz İslamcıları tarafından yapılan hamasi edebiyatın, ne kadar boş ve mesnetsiz olduğu görülmektedir.

Arapların işgal ettikleri ülkeleri hiçte hidayete erdirmek gibi bir dertleri yoktur. İşte Emevi hanedanının en insancıl halifesi Ömer bin Abdülaziz’in bile, Horasan halkı Müslüman olsa dahi haraç gelirinden vazgeçmeye niyeti yoktur.

“Ben misyonerim tahsildar değil” diyen Ömer bin Abdülaziz, Haccac bin Yusuf’un koyduğu din değiştirme yasağını kaldırdıktan sonra, haraç gelirlerinin azalmasını önlemek için bu sözünden çark etmiştir. (Doğan Avcıoğlu, Türklerin tarihi, cilt: 3 sayfa: 1149-1150 Arazi mülkiyeti sorunu)

Arap İmparatorluğunun parlak zaferlerle dolu yılları, artık Orta Asya’da sona ermiştir:

 Arabistan’dan çıkarak 15 yılda bütün Ortadoğu ve İran’a egemen olan Araplar, sonunda Ceyhun nehrini de aşarak Türk ülkelerini de işgal etmişler, ancak 70 yıldır içinden bir türlü çıkamadıkları büyük bir batağa saplanmışlardır.

Örneğin Soğd ülkesi, Semerkant ve Keş kentlerindeki güçlü askeri garnizonlar sayesine ancak elde tutulabilen düşman topraklarıdır. Diğer bütün Türk ülkelerinde de durum bundan farklı değildir.

Ne Arap askerlerinin, ne de Arabistan’dan getirilen kolonicilerin, hiçbir yerde can güvenlikleri yoktur. Gündüz vakti bile yalnız ve silahsız gezememektedirler. Kuteybe bin Müslim ile başlayan sistemli işgal, katliam, yağma ve sömürgeleştirme hareketinde, sonunda Batı Türkistan ülkeleri ele geçirilmiştir, ancak bu zorba ve baskı dolu işgal altında bile Türkler, amansız bir direniş göstermektedirler.

Batı’da Endülüs’ten, doğuda orta Asya içlerine kadar işgal edilen topraklarda Arapların baskı ve zulmüne sonunda tüm milleteler çaresizlikle boyun eğerken, Türklerin yaşadıkları ülkelerdeki bu amansız ve ölümüne direniş karşısında, Arap orduları artık verdikleri onca kayıplar yüzünden Türklerle doğrudan savaşa da girmez olmuşlardı.

İşgal edilen diğer ülkelerden özellikle Horasan ve İran’dan getirilen köle ve paralı askerler savaşlarda ön saflarda Türklerin üzerine sürülüyor, Arap askerleri geri saflardan mancınık atışları yapıyorlardı. Arap Orduları, Halit bin Velid’in bir zamanlar İran ordusu komutanına gönderdiği mektupta, “buraya öyle bir orduyla gelmişizdir ki ölmeyi sizin hayatı sevdiğinizden bile daha çok severler” diyerek İranlılar için yaptığı aşağılayıcı nitelemenin bile gerisine düşmüşlerdi.  Allah yolunda cihat ederek şehit

Olup en ince ayrıntılarına kadar şiirsel bir şekilde tarif edilen cennetin sonsuz nimetlerine kavuşmak, Arap askerlerine artık hiçte cazip gelmez oluştu.

Sonunda Halife Ömer bin Abdülaziz, Ceyhun ve Seyhun nehirleri arasındaki Batı Türkistan’dan geri çekilme kararı alacak, ancak Buhara ve Semerkant’taki Arap koloniciler, üzerlerine kondukları bu zengin ve müreffeh şehirleri her şeye rağmen terk etmeye şiddetle karşı çıkacaklardır. Bu durumda Halife, kararından vazgeçmek zorunda kalır. (Doğan Avcıoğlu, Türklerin tarihi, cilt: 3 sayfa:1149)

Arap işgali altındaki Batı Türkistan ülkelerinin hakanları, Çin’e gönderdikleri elçilik heyetleri ve mektuplarla yardım talebedeler:  

Bir yandan Araplar girdikleri bu bataktan çıkmak için Çin’le anlaşma yolları arayıp olumsuz yanıt alırken, İşgal altındaki Türk ülkelerinin Hakanları da 717-731 yılları arasında Çin’e elçilik heyetleri ve mektuplar göndererek yardım talebinde bulunurlar.

Bu dönemde Soğd 11, Toharistan 5, Buhara 2 heyet gönderirler. Buhara’nın kukla hakanı Tuğ şad bile Müslüman olup oğluna Kuteybe adını koymasına rağmen, sonunda baskı ve zulümden yılmış ve Çin İmparatoru’na aşağıdaki mektubu göndermiştir:

“ Son zamanlarda her yıl Arap haydutlarının istila ve yıkımlarından acı çekiyoruz. Beni bu güçlüklerden kurtarmasını imparatorun Lütfundan bekliyorum. Ayrıca Türgiş’e yardımıma gelmesi için emir vermenizi dilerim. Atlarımın ve askerlerimin başına geçeceğim. Uygun buluşmada Arapları baştan aşağı ezeceğiz.”

Karatekin Hakanı, Çin imparatoruna gönderdiği mektupta Arapların ağır vergilerinden ülkesini kurtarmasını ister:

“Arap yıkım yapıyor. Tohoristan, Buhara, Taşkent, Fergana hepsi Arap’a bağımlı oldu. Krallığımda hazinelerime, depolarıma, halkımın zenginliklerine Arap el koydu. Bunları alıp gittiler. Araplara emir verin de krallığımdan aldıkları müsadere vergilerinden vazgeçsinler.”

Semerkant Hakanı Gürek, Çin imparatoruna yüz yılın dolduğundan, artık Arap egemenliğinin son bulacağından bahseder:

“Size sadakatle bağlıyız. 35 yıldır Arap haydutlarına karşı aralıksız savaşıyoruz. Her yıl sefere büyük atlı ve yaya ordular çıkardık. Ama yardımınızı alma mutluluğuna kavuşamadık. Otuz Altı yıl önce Emir Kuteybe’yi bozguna uğrattık. Ama Arap çok sayıda kuvvetle beni kuşattı. Asker yollayınız. Araplar, toplam yüz yıl egemen olacaklardır. Bu yüz yıl doldu. Çin askeri gelirse, ben ve benimkiler, Arapları yeneceğiz.” (Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman olduk, Dokuzuncu bölüm, Sayfa: 103-104)

Seyhun nehrini geçerek Batı Türkistan’a giren Türgiş (Türkeş) Kağanının askerleri, Batı Türkistan’da kurtarıcılarının geldiği inancıyla büyük isyanı başlatır:

Batı Göktürk boylarını egemenliğinde birleştiren Türgiş Kağanı Su-lu, 720 yılında başlayan Soğd ayaklanmasını desteklemek için küçük bir askeri birliği Batı Türkistan’a gönderir. Kul-çur ünvanlı komutanının emrinde Seyhun nehrini geçen Türgiş askeri birliği Soğd ülkesine gelir.

Bütün Batı Türkistan Hakanlarından destek alan Su-lu Kağan’ın gönderdiği bu Türk askeri birliği, aldığı bu destek üzerine doğrudan Semerkant üzerine yürüyüşe geçer.  Yerel askerlerine güvenemeyen

Arap Komutanları bu duruma seyirci kalırken bir kaledeki küçük bir askeri birliği bile güçlükle boşalta bilirler.

Kül-çur komutasındaki Türk birliği, Soğd’da hiçbir dirençle karşılaşmadan ilerler. Arap kolonicilerin bu durumu şiddetle protesto etmeleri ve Arap vali Said bin Haris’e hanımefendi lakabı takmaları üzerine, Arap vali Türklerle savaşmaya mecbur kalır. Ancak ağır bir yenilgi alarak Semerkant’a geri çekilir. Şehri kuşatacak güçte olmayan Türkler küçük bir akın yaparak geri çekilirler.

Halife Yezit bin Abdülaziz, bu başarısızlık üzerine Said bin Haris’i görevden alarak yerine Said bin Haraşi’yi atar. Yeni vali asileri itaate çağırırken durumdan memnun olmayan dihkanlar ve tüccarlar Fergana’ya göç etmeye hazırlanırlar. Pek çoğu Hocent’e yerleşir.

Fergana egemeninin ikiyüzlülüğü sayesinde Hocent’i kuşatan Said bin Haraşi, hafif koşullar öne sürerek teslim aldığı Hocent’e bütün soyluları ve askerleri kılıçtan geçirerek, 400 tüccarı servetlerini sakladıkları yerlerini öğrenebilmek için sağ bırakır. Yine kural değişmemiştir. “Kâfire verilen söz muteber değildir.”

Hocent’e ki katliamdan kurtulanlar Türgiş Kağanı’na sığınırlar. Bu sığınmacıların sayıları çoğalarak Araplara karşı askeri bir birlik oluştururlar. Arap valisi Buhara, Semerkant yolu üzerindeki kaleleri hile ile teslim alır ve sözünde durmayarak herkesi kılıçtan geçirir.

Peç-kent egemeni Divastiç’te, hileye kananlar arasındadır. Halkı ile kaleye çekilen Divastiç, canlarının bağışlanacağı sözü üzerine teslim olur. Ancak onu önce iyi karşılayan Said bin Haraşi, daha sonra kafasını kestirerek Halife’ye gönderir. Sol kolu da kesilerek, onu teslim alan askere hediye edilir.

Her şey yeniden en başa dönmüştür. Türklere bir türlü boyun eğdirilememiştir. Üstelik baskı ve zulme boyun eğip Müslüman olanlardan veya öyle görünenlerden parlak zaferlerin sona ermesiyle ganimetin kesilmesi ve mecburi Müslümanlaşmayla haracın da azalması üzerine, Müslüman olanlar veya öyle görünenler yeniden haraca bağlanır. Bu durum yeni ve daha büyük bir ayaklanma dalgasına yol açar.

Bu arada 722 yılında, Hişam yeni halife olur ve Said bin Haraşi’yi görevden alarak yerine Müslim bin Said’i atar. İslam ordusunu yeni bir düzene sokan ve ihtilaf çıkaran Yemenli birlikleri zor yoluyla etkisizleştiren Müslim bin Said, Seyhun’u geçerek Afşin şehrini kuşatır ve haraç vermeye razı eder. Daha sonra Fergana’ya hareket eder. Arap ordusu yoldaki bütün meyve ağaçlarını, ekinleri dahi tahrip ederek ilerler.

Ordusuyla Fergana’ya ulaşarak kuşatmaya alan Müslim bin Said, Türgiş Kağanının bütün ordusuyla üzerine yürüdüğü haberini alınca derhal kuşatmayı kaldırarak ricat emri verir. Cebri yürüyüşle hızlı bir şekilde Seyhun nehrine doğru geri çekilen Arap ordusu, bütün ağırlıklarını bırakmak ve Türklerin eline geçmesin diye yakmak zorunda kalır.

Türgiş Kağanına sığınan Soğd göçmenlerinin Araplara karşı kurduğu birlik Seyhun nehri önlerinde Arap ordusunun önünü keser. Arkadan ise Türgiş Kağanı bütün gücüyle üzerlerine gelmektedir. Can havliyle Seyhun’un batısına geçebilmek için, Soğd Türklerinin üzerine saldıran Arap ordusu Türklerden de hiç ummadıkları bir karşı saldırıyla karşılaşırlar. Sonunda çok ağır zayiatlar vererek Seyhun’un batısına geçip Semerkant’a ulaşabilenler, Arap ordusundan geriye kalan kılıç artıklarıdır.

Seyhun nehrine varınca önlerinin kesildiği ve çok ağır kayıplar verdikleri güne, Araplar “susuzluk günü” adını verirler. Seyhun nehri ötesindeki Arap varlığı tamamen sona ermiştir. Bu olayla önemli bir nüfuz kaybına uğrayan Araplar, saldırı güçlerini uzunca bir süre yitirerek, artık Batı Türkistan’da tutunabilmek için savunmaya geçmişlerdir.

Türgiş Kağanı karşısında Arapların düştüğü bu durum, Müslüman olan ya da olmuş görünen Türkler de dâhil olmak üzere İşgal altında yaşayan bütün Türkleri Arap işgaline karşı ayaklandırmıştır.

Tüm Türk yurtlarında Türgiş Kağanının da desteğiyle başlayan bu yeni ve büyük isyan dalgasının yüzünden, bu kez İşgalci Araplar kendi canlarının derdine düşmüştür.

Gelecek yazıma bu konuyla devam edeceğim.

AHMET ELDEN

Türkler nasıl Müslüman oldu: "Saklanan tarih - 7"

“Siz daha kimden haraç alacaksınız? Çünkü halkın hepsi, artık Arap oldu!”

Müslim bin Said’in komutasındaki İslam Ordusunun Türgişler (Türkeşler) karşısında uğradığı ağır yenilgi ile Seyhun nehri ötesindeki Arap varlığının sona ermesi, Seyhun ve Ceyhun arasındaki tüm Türk yurtlarında büyük bir isyan hareketine neden olmuştur.

Bunun üzerine halife Yezit bin Abdülaziz, 724 yılında Müslim bin Said’i görevden alarak yerine Esed bin Abdullah’ı atar. İşgal altındaki tüm Türk yurtları adeta yangın yerine dönmüş, Müslümanlığı kabul etmiş veya öyle görünenler bile bu büyük isyana katılmıştır.

Türgiş Hakanı Su-lu, 726 yılında Esed bin Abdullah’ı Hutal’da ağır bir yenilgiye uğratır ve Esed kaçar. Bunun üzerine halife, Esed’i de görevden alarak yerine Eşres bin Abdullah’ı atar. Yeni vali zulüm ve baskıyı artırarak direnişi kırabileceğini ummaktadır. Eşres bin Abdullah’ın, Türk direnişinin ideolojik temelini kırabilmek için zorla Müslümanlaştırma çabası ise tam bir başarısızlıkla sonuçlanır. (Z. Kitapçı, Türkistan’da İslamiyet ve Türkler, sayfa: 228)

“Siz daha kimden haraç alacaksınız?”

Semerkant önderi Guzek (Oğuz Beg) Eşres bin Abdullah’a gönderdiği mektupla, herkesin Müslüman olması nedeniyle haracın tamamen kesildiğini bildirir. Benzer bir çıkışta Buhara dihkanlarından gelir. “Siz daha kimden haraç alacaksınız? Çünkü artık halkın hepsi Arap oldu derler.” (Z. Kitapçı, Türkistan’da İslamiyet ve Türkler, sayfa: 236)

Burada dikkat çeken durum şudur, Türkler, İslamlaşma ve Araplaşmayı bir görmektedirler.

“İslam’ın kudreti haraçta yatar!”

Bunun üzerine Eşres bin Abdullah Türklerin haraç ödememek için Müslüman oldukları gerçeğini anlar ve “İslam’ın kudreti haraçta yatar” mantığıyla hareket etmeye başlar. İşte burada İslam İmparatorluğu’nun yayılış nedeninin gerçek yüzüyle de karşılaşırız.

İslam İmparatorluğu da her yayılmacı ve fetihçi imparatorlukta olduğu gibi parlak zafer yıllarını geride bırakmış, en geniş sınırlarına neredeyse ulaşmıştır. Bu yüzden artık eskisi gibi zengin ganimet gelirleri yoktur. Bu nedenle haraca olan gereksinim de, yaşamsal bir öneme sahip olmuştur.

Görüldüğü gibi Arapların, fethettikleri ülkeleri hidayete erdirmek gibi bir dertleri yoktur. İslam İmparatorluğu, emperyalist bir zihniyetle hareket etmekte ve bu amaçla dini de bir araç olarak sonuna kadar kullanmaktadır.

Eşres bin Abdullah, Müslüman olmak için, “sünnet olmak, namaz kılmak ve Kur’an’dan en az bir sure okumak” gerektiğinin bildirir. Aldığı yanıt ise şudur: “Bütün yerliler gerçekten İslam oldu, cami yapımına başlandı. Böylece bütün halk Arap oldu. Kimseden vergi alınmamalı…” (Doğan Avcıoğlu, Türklerin tarihi, cilt: 3 Sayfa: 1156)

Bu durum karşısında Eşres bin Abdullah, eskiden vergi alınan herkesten yine vergi alınmasını kararlaştırır. Böylece fakirlik nedeniyle Müslüman olmuş pek çok biçare kimselerden, bile zorla haraç alınmaya başlanır. İşte bu yüzden de Semerkantlı ve Buharalı Müslümanlar isyan ederler ve Türgişler’den yardım isterler. 728 yılında Türgiş Hakanı Su-lu, Buhara’yı Araplardan geri alır.

Arap egemenliği, Türgiş Hakanının ilerlemesi karşısında Semerkant ve Dabusiya şehirleri ile birlikte bir iki küçük kasabayla sınırlı kalmıştır. Arap vali bunun üzerine yerli halka pek çok müsaadeler verir, ancak gerekli ilgiyi görmez. Türgiş Hakanı, Baykent yakınlarında sıkıştırdığı Arap ordusuna ikinci bir susuzluk günü yaşatır.

Kemerce kalesinde kaçırılan tarihi fırsat!

Nihayet Semerkant’a doğru hızla ricat eden Arap ordusu, 729 yılında Kemerce kalesinde Türgiş ordusu tarafından 58 gün süre ile kuşatmaya alınır. Bu durum üzerine Harzem’de bile Araplara karşı isyanlar başlar. Türgiş Hakanının amacı, Semerkant’ta ki Arap merkez ordugâhını düşürerek, Arapları Maveraün-nehr’den tamamen atmaktır. (İslam ansiklopedisi Türkler maddesi, Sayfa: 185)

Elli sekiz günlü kuşatmanın arkasından Araplar, açlık ve susuzluğun dayanılmaz hale gelmesiyle, Türgiş hakanından aman dilerler. Bunun üzerine Araplar, Debusia’ya gitmek üzere serbest bırakılır.

729 yılında meydana gelen bu olayda aslında Türgiş Hakanı, Arap ordusunu tamamen imha ederek tarihin akışını döndüre bilirdi. Böylece Ceyhun nehri ötesindeki Arap varlığı tamamen sona erer ve Türkler de Arap mezaliminden kurtula bilirdi. Aslında burada bir insaniyet edebiyatı yapmaya da gerekte yoktur. Ancak bu olay nedeniyle bazı tarihçiler bunu yapmışlardır.

Türklerin defalarca kendilerine karşı aynı duruma düştükleri zaman, zarar vermeyeceklerine söz vererek, sonra “kâfire verilen söz muteber değildir” diyen bir zihniyete karşı da, o zihniyetin yine “kısasta sizler için hayır vardır” ilkesiyle hareket edilebilirdi. Zaten bu olaydan sonra bile, ileride görüleceği gibi Araplar, Türklere karşı katliamlarını sürdürmüşlerdir. Kaldı ki baskıcı bir zihniyetten de bundan farklı bir davranış ta beklenemez. Görüldüğü gibi, Türgiş Hakanı tarihi bir fırsatı kaçırmıştır.

Ordu yok olursa Semerkant da düşer, iki felaket yerine bir felaket olsun!

729 yılında Semerkant’ı kuşatan Türgiş Hakanına karşı, Arap merkez karargâhı komutanı Suhre bin Hurr, başarısızlıkları yüzünden görevden alınan Eşres bin Abdullah’ın yerine atanan Cüneyt bin Abdurrahman’dan yardım ister. Ancak yeni valiyi uyarmayı da ihmal etmez. “Bir Horasan valisinin 50 binden az askerle nehri geçmesi doğru değildir” diyerek haber gönderir. (Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Cilt: 3 sayfa: 1157)

Cüneyt bin Abdurrahman, önce Keş şehrine gelerek asker toplar. Semerkant’a giden çöl yolu Türkler tarafından tutulmuş ve tüm su kuyuları da kapatılmıştır. Bunun üzerine dağ yoluna yönelen Horasan valisi, bunu haber alan Türgiş Hakanı tarafından ordusuyla birlikte Savdar dağlarının dar geçitlerinde sıkıştırılır. Semerkant'a yardıma giderken Türklerin tuzağına düşen Cüneyt bin Abdurrahman, “Ordu yok olursa Semerkant da düşer, iki felaket yerine bir felaket olsun” diyerek, Semerkant'tan yardım istemek zorunda kalır.

Semerkant komutanı Savra (Suhre) bin Hurr, 12 bin kişilik bir kuvvetle yardıma gelirken onun gelişini haber alan Hakan Su-lu, iki ateş arasında kalmamak için uygun bir yerde siper alır. Nihayet Semerkant’tan gelen yardım kuvveti beklenen noktaya gelince Türkler saldırıya geçerler. Diğer taraftan Türk Hakanı Arapların çevresindeki ot ve çalıları da ateşe verdirir. Her taraflarını ateşlerin sardığı Araplar canlarının derdine düşmüşler ve başlayan büyük panikte çoğu yanarak can vermeye başlamışlardı. Suhre bin Hurr bile o panik halinde atından düşerek belini kırar ve feryatlarla yanarak can verir.

Türk Hakanı Su-lu, sıkıştığı vadiden kurtulmayı başaran Cüneyt bin Abdurrahman’a taarruz eder. Cüneyt son bir çare olarak, ordudaki kölelere kurtulmayı başardıkları takdirde özgürlüklerini vaat eder. Özgürlük umuduyla ölümüne bir mücadeleye girişen köle askerler sayesinde Semerkant yolu nihayet Cüneyt bin Abdurrahman’a açılır, yıl 730.

Araplar, Türklere karşı yaptıkları bu amansız mücadelelerin sonunda, güç toplamak için yeni savaşlara girişmezlerken, ellerinde kalan Buhara, Semerkant ve Keş şehirleriyle yetinmek durumunda kalırlar. Kaybettikleri yerleri geri almak için Türklere yeniden saldırıp şehit olmaya ve cennetin sonsuz nimetlerine kavuşmaya artık pek niyetleri yoktu.

Cüneyt bin Abdurrahman’ın734 yılında ölmesiyle, Türk yurtlarındaki Müslüman nüfus tekrar önemli oranda azalır. 737 de Emevi hanedanına karşı ayaklanma başlatan Abbasi yanlısı Hariş, Türgişlere sığınır. Hakan Su-lu, Seyhun nehrini son geçişinde, Ceyhun ve Seyhun arasında Arap egemenliği altındaki bütün Türk hakanlarından başka, Abbasi yanlısı Hariş’in taraftarları dahi Türgiş Hakanının tarafına geçmiştir. (İslam Ansiklopedisi, Türkler maddesi, sayfa: 186)

Bir ihanetin yaşattığı hezimet ve talihin tersine dönüşü:

Türk yurtlarında yaşanan büyük bozgunlar vali değişimini de hızlandırmıştır. Arka arkaya yapılan atamalar sonunda 735 yılında Halit bin Abdullah, yeni horasan ve Türkistan valisi olur. 737 yılında yeniden sefere çıkan Türgiş Hakanı Su-lu, onun yeniden sefere çıktığı haberini alarak Belh şehrinden yola çıkan Horasan valisini Ceyhun’u geçerken kıstırır. Ağır zayiatlar vererek hızla Belh şehrine doğru ricat eden Arap ordusunun peşine takılan Türk Hakanı, Arapların ağırlıklarına saldırır. Araplar ağır zayiatlar vererek Belh’e çekilmeyi başarırlar.

Kışı ülkesine dönmeyerek Toharistan’da geçiren Hakan Su-lu’yu, Cüzcan egemeninin ihanet etmesi üzerine Arap valisi yanında az bir kuvvetle Toharistan’da bastırır. Hakanın kuvveti 4 bin kadardır. Hakan ve müttefiki Hariş güçlükle kaçmayı başarırken, kar ve tipi Halit bin Abdullah’ın takip etmesine engel olur.

Uğradığı büyük ihanet yüzünden belki de kırgınlık içinde memleketine geri dönen Türgiş Hakanı,  Arapları Türk yurtlarından kovmak için bir ömür harcamıştır. Arapların, Ebu Müzahim (güçlük veren, sıkıntı veren) adını verdikleri bu büyük Türk hakanı, ülkesinde de kendisine ihanet eden başkomutanı Kül-çur (Bağa Tarkan) tarafından bir gece karargâhı basılarak öldürülür.

 

Türk Hakanı Su-lu’nun ölüm haberinin duyulması üzerine Horasan valisi bütün Araplara şükür orucu tutmalarını emreder. Araplarda büyük bir şaşkınlık ve bayram sevinci vardır. Halife Hişam, bu büyük müjdeye inanamaz ve adamı Muktaddil bin Hayyanı yollayarak haberi doğrulatır ve büyük bir cimri olmasına rağmen Hayyan’ı 100 bin dirhem altınla ödüllendirerek tahtının önünde şükür secdesine kapanır. Başlarının belası Ebu Müzahim, artık yoktur.

Çinlilerin birbirine düşürdüğü Türgişler, hakanlarının da ölmesiyle birbirleriyle savaşmaya başlarlar. Bu savaşların sonunda Kül-çur ile birlikte birçok Onok beyi Çin’e bağımlılık için başvurur: “ Hakanımız öldüğü için saldırılara uğruyor ve birbirimizi öldürüyoruz. Çin’e bağlanmak ve daimi dış bağımlılar olmak istiyoruz.” Böylece Araplara karşı Türk direnişi kırılırken, unvan dağıtan Çin, askeri destek göndermez.

Yeni vali Nasır bin Seyyar ile birlikte Araplar yeniden toparlanmaya başlar:

Yeni vali Nasır bin Seyyar daha önce de Türkistan’ın işgalinde önemli görevler almıştır. Bu sorunun eski yöntemlerle çözülemeyeceğinin ve tekrar kangrenleşeceğinin farkındadır. Yeni Horasan valisi Türk yurtlarına seferlere yeniden başlamadan önce ayrıca köleleştirilmiş Türklerden 20 bin kişilik paralı bir askeri birlik de kurar. İşte değerlerine yabancılaşmış bu yeni birlik ile güçlenen Arap ordusu, Türk yurtlarında yeniden sefere başlar.

 739 yılında Semerkant’a yeniden yerleşen Araplar, Taşkent ve Fergana’ya da yeniden tecavüzlere başlarlar. Ceyhun’u geçen Arap ordusunu sıkıştıran Kül-çur, gece çıktığı keşif gezisinde tedbirsizliğinin kurbanı olur ve devriye gezen bir Arap birliği tarafından ele geçirilir.

Nasır bin bin Seyyar karşısına çıkarılan bu yaşlı adamın Türklerin komutanı olduğunu öğrenince, önce büyük bir şaşkınlık, arkasından da sevinç yaşar. Kül-çur’un yüklü miktardaki fidye teklifini reddederek kafasını kestirir ve cesedini nehrin kenarında Türklerin göreceği bir yere astırır. Sabah cesedi Türk ordusunun göreceği bir şekilde yaktırır. Ardından başsız kalan Türk ordusuna ölümcül bir darbe vurulur.

Taşkent, arkasından Fergana teslim olur. Buhara ve bazı yerlerde yerel direnişler olmasına rağmen Arap egemenliği yeniden sağlanır. Nasır bu sefer farklı bir siyaset izler ve Türklerle iyi ilişkiler kurmaya çalışır. Yurtlarını terk edenlerin geri dönebileceği ve vergi borçlarının affedildiği duyurulur. Yerel egemenler le çıkar birliğine dayalı iyi ilişkiler kurularak çoğunun Müslüman olmaları sağlanır.

Ağır haraç vergileri azaltılır. Yerel egemenlerin halk üzerindeki etkilerini iyi bilen Nasır bin Seyyar, onlara Arap egemenliği karşısında saygın bir konum verir. Böylece maddi olarak daha az ama daha güvenli bir sömürü başlar. İslamiyet’in yaygınlaştırılması için gereken korku ve teşvik önlemleri alınır.

Görüldüğü gibi İngiliz usulü sinsi sömürü taktiği, ilk kez Araplar tarafından Türklere uygulanmıştır.

Nasır bin Seyyar, Merv şehrindeki Cuma hutbesinde Müslümanlara Şöyle sesleniyordu: “…Duymuş olunuz ki artık ben de Müslümanların koruyucusuyum. Onlara her türlü iyiliği yapıyorum. Borçlarını ödüyor ve ağırlıklarını (vergilerini) müşriklerin üzerine yüklüyorum. Şunu iyi biliniz ki, bundan böyle daha önce kararlaştırılan ve toplanan vergiden fazla olanı, benim tarafımdan asla kabul edilmeyecektir.” (Z. Kitapçı, Türkistan’da İslamiyet ve Türkler, sayfa: 268)

Bir zamanlar Cerrah bin Abdullah ise şöyle söylüyordu: “Ben ırkıma düşkün bir adamım. Allah’a yemin ederek söylüyorum ki benim kavmimden olan bir kimse, benim için başka bir kavimden olan yüz kişiden daha sevimlidir.”

İşte bu iki söylem arasındaki fark, her türlü baskı ve zulme rağmen bir türlü teslim alınamayan bir ulusu, artık teslim almaktan vaz geçip kazanabilme çabasının bir göstergesidir.

Ümeyyeoğulları, artık geç kalmıştır:

Ümeyyeoğulları'nın bu dramatik siyaset değişikliğinin en önemli bir başka nedeni daha vardır. Bu neden, egemen oldukları süre boyunca sadece Türklere değil, tüm İslam İmparatorluğunun işgal ettiği topraklarda uyguladıkları acımasız bir baskı, zulüm ve sömürü (haraç) politikasının sebep olduğu ve Haşimoğlularının Abbasoğluları kolu tarafından fark edilerek, alttan alta körüklenen büyük bir hoşnutsuzluk ve nefret dalgasının giderek yayılmasıdır.

 

Ancak Ümeyyeoğulları artık geç kalmıştır. Eski yöntemlerine geri dönmek ise kendilerine karşı oluşan bu nefreti daha da körüklemekten başka bir işe de yaramayacaktır. Bu politika değişikliğine rağmen kıvılcımın Horasan’da ateşleyeceği büyük isyan dalgası, oradan Türkistan, İran, Irak, Suriye ve Mısır’a kadar yayılacaktır.

Ümeyyeoğulları akıttıkları kan deryasında boğularak, tarih sahnesinden çekileceklerdir. Ümeyyeoğulları'nın tarih sahnesinden çekilmesi, Türklerde de dramatik bir değişime yol açacaktır.

Gelecek yazıma bu konuyla devam edeceğim.

AHMET ELDEN

Türkler nasıl Müslüman oldu: "Saklanan tarih - 8"

 İşte sonunda koca gökyüzü, Ümeyyeoğulları’nın başlarına çöküyordu!

Mekke’nin aristokrat kabilesi Kureyş’in önderleri olan, İki amcaoğlu, Ümeyye bin Abdüşşems ve Haşim bin Abdülmuttalib, birbirlerine karşı giriştikleri iktidar mücadelesini bir çözüme kavuşturması için, bir kâhine başvuracaklardır. Bunun için Kâhinin onları soktuğu yarışmadan Haşim’in galip çıkması ile İki amcaoğlu arasında başlayan düşmanlık, onların çocukları ve torunlarıyla da devam edecektir.

Böylece Kureyş, birlerine düşman iki ayrı akraba kabileye bölünecek ve zaman içinde bu mücadeleden Ümeyyeoğolları galip çıkarak, Mekke’nin egemen Aristokrat kabilesi olacaktır.

İşte Haşimoğulları’nın genç üyesi Muhammed bin Abdullah, İktidarı onlardan geri almak için başlattığı mücadelede, Ümeyyeoğulları’nın, Arapların, İlah adlı bir baş tanrı ve dördü büyük pek çok yardımcı tanrıdan oluşan ve çeşitli heykellerle tasvir edilen inanç istemleri üzerinde geliştirdikleri, baskıcı, keyfi ve sömürüye dayalı yönetim şekline karşı oluşan hoşnutsuzluğu görecektir. Tam da onların alternatifi olan, Yahudiler ve onların kitabı Tevrat’tan esinlenerek, bir tek tanrıdan oluşan bir inanç sisteminin siyasetini geliştirir. Kendisini de bu yeni inancın peygamberi ilan ederek mücadeleyi başlatacaktır.

Görüldüğü gibi İslam dini, aslında Mekke şehir devleti ve egemenliği altındaki Hicaz’da iktidarı ele geçirme mücadelesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Zaten 1400 yıllık tarihi de Muhammed bin Abdullah’ın peygamberliğini ilan ettiği andan itibaren incelendiğinde, âlemlere pek de rahmet getirmemiştir.

Ancak tarihte görülen pek çok devrimde olduğu gibi, İktidar sahipleri sonunda yenilgiyi kabul ederek iktidarı devretseler de, bir gün sıranın tekrar kendilerine geleceğinin bilinciyle beklemeye koyulurlar. İşte Beni Ümeyye soyundan olan Osman bin Affan’ın halifelik sırasının gelmesiyle, Ümeyyeoğulları’nın tam da bekledikleri fırsat ellerine geçecektir. Ve Osman bin Affan’ın sülalesini kayırıcı tutumuyla yaptığı atamalar sayesinde iktidar yine onların olur.

Osman bin Affan’ın bu kayırıcı tutumu yüzünden Beni Ümeyye’ye karşı kazanılan zafer bir hiçe dönüşmüştür. Bu mücadeleye katılan bütün sahabe önderler, büyük bir şaşkınlık ve kızgınlık içindedir. İşte sonunda peygamberin dul eşi ve Ebu Bekir’in kızı Ayşe, Öldürün şu yaşlı naseli (bunağı) diyerek başkent Medine halkını Osman bin Affan’a karşı kışkırtırken, Ayşe’nin kardeşi Muhammed bin Ebu Bekir’de Mısır’da topladığı kuvvetlerle isyan başlatır ve başkenti basarak Osman’ı bin Affan’ı evinde kuşatır.

Kendisine karşı başlatılacak bir harekette, Halife Osman’ın bel bağladığı Şam valisi Muaviye bin Ebu Süfyan, Halifeden gelen yardım çağrılarına rağmen sessizliğini koruyarak seyirci kalır. Sonunda isyancılar, çaresiz kalan Halife Osman’ın tüm isteklerini kabul etmesi üzerine Mısır’a dönerken, yakaladıkları posta ulağında, Mısır valisine yazılan ve Halife mührü vurulmuş, “geri döndüklerinde hepsini hemen öldür” yazılı emirnameyi bulurlar. Büyük bir kızgınlıkla geri dönerler ve Halife Osman mektubu yalanlar.

Daha önce uzlaşmayı sağlayan Ali bin Ebu Talip gene araya girer. İsyancılar, evini tekrar kuşattıkları Halife’nin istifasını ve Mervan’ın kendilerine teslim edilmesini isterler. Halife, Muaviye’den gelecek bir yardım ümidi ile tam 40 gün direnir. Halife’nin direnişini kıramayan isyancılar, 17 Haziran 656 da saldırıya geçerler.

Evi basılan Halife Osman, yakalandığında sakalına yapışan Muhammed bin Ebu Bekir’in: “ey Nasel (yaşlı, bunak), hadi şimdi Muaviye ve diğer adamların seni kurtarsın dediğinde, ey kardeşimin oğlu, sakalımı bırak, baban sağ olsaydı buna razı Olur muydu? Der. Muhammed, “babam sağ olsaydı sakalına önce o yapışırdı” der ve elindeki oku Halife’nin kafasına vurur. Bu sırada diğer isyancılar, Halife Osman’ı öldürürler.

Muaviye bin Ebu Süfyan, Ümeyyeoğulları’nın iktidarını yeniden kuruyor:

Osman bin Affan’ın hiçbir çağrısına cevap vermeyen Şam valisi Muaviye, İsyancılar Ali bin Ebu Talip’i halife seçtikten kısa süre sonra Osman’ın kan davasını başlatarak Halife Ali’ye başkaldırır. Sıffın savaşı ve hakem olayı sonrasında hile ile halifeliğini ilan eden Muaviye, neden Osman’ın yardımına koşmadın? Diye soran yardımcısı Amr İbn-ül As’a: “o yaşlı bunak yaşasaydı, başıma daha büyük sorunlar açılırdı, ölmesi yaşamasından iyi oldu” diyerek, maksatlı olarak seyirci kaldığını da itiraf eder.

Ümeyyeoğulları’nı yeniden iktidar yapan Muaviye’nin kurduğu Emevi hanedanı, Abbasi devrimi ile yıkılırken, bu sefer iş şansa bırakılmaz ve Ümeyyeoğulları’nın kökü kurutulur:

Ümeyyeoğulları, iktidarı yeniden ele geçirdiklerinde, Medine’ye göç ettikten sonra güç ve iktidar sahibi olan İslam Peygamberinin baskıcı ve totaliter yönetim anlayışına göre düzenlediği ayetler ve hadislerden, sonuna kadar faydalanmayı da ihmal etmezler.

İşte bu yüzden İslam İmparatorluğunun hâkim olduğu topraklarda huzursuzluk hiç eksik olmaz. Başlatılan isyanlarsa son derece acımasız yöntemler ve katliamlarla bastırılır. Ancak iktidarı yeniden ele geçirmek için fırsat kollayan Beni Haşim’inin Abbas soyunun adı fazla işitilmiyor ve isyanlar Ali Bin Ebu Talip’in soyunun adına yapılıyordu.

Ali’nin oğlu Hüseyin’in başkaldırışı Kerbela katliamıyla bastırılırken, bu isyanı Muhtar’ın İranlı Mevaliyi (dönme, sonradan olma, Arapların kendilerinden olmayan Müslümanlara taktıkları isim) ayaklandırması izler. Daha sonra Kûfe’de Hüseyin oğlu Zeyd ve Ali’nin kardeşi Cafer’in oğlu Abdullah 740 yılında ayaklanırlar. Zeyd’in başlattığı isyan bastırılır. Abdullah’ın başlattığı ayaklanma ise İran’a sıçrayarak Ahvaz ve Kirman’da 750 yılına kadar sürer. (Doğan Avcıoğlu, Türklerin tarihi, cilt:3, sayfa:1162-63)

Ayaklanmalar her türlü zulüm ve kırımla bastırılmalarına rağmen, öldürülen ayaklanma liderlerinin yerine her seferinde yenileri geçerek isyanlar sürekli bir hâl alır. Muhtar’dan sonra Ebu Haşim, ondan sonra Muhammed bin Ali onun yerini oğlu İbrahim alır. Ayaklanma giderek Horasan’da yayılır ve kök salar.

İbrahim, 746 yılında mevalisi Ebu Müslim’i 746 yılında İhtilal örgütünün Horasan yöneticiliğine atar. Ebu Müslüm bir İranlı veya Kürt asıllı da olabilir. Horasan’da kısa sürede güçlenen Müslim, yerli inanç sahipleri ve yerel egemenlerle uzlaşmalara giderek onları kazanmayı başarır. Batı Toharistan ve Merv-i Rud bölgesinden güçlü destek sağlar. Tüm yerel egemenler ve özellikle Belh şehrinin güçlü sülalesi Bermekiler, Ebu Müslim’in tarafına katılır.

Ebu Müslim bununla da yetinmez ve Araplardan Beni Ümeyye soyunun muhalifi Cudayoğulları’nın ve Yemenli kabilelerin desteklerini de kazanır. Bütün Emevi (Beni Ümeyye) düşmanları, ihtilalin Horasan liderinin önderliğinde birleşmiştir.

Horasan valisi Nasır bin Seyyar’ın uyarısıyla, “ıhmar (eşek)” lakaplı Mervan, ihtilale karşı şiddet ve baskıyı arttırarak İhtilalin lideri İbrahim’i öldürür. Ancak kardeşi Ebu’l Abbas liderliği devralır.

İhtilalin siyah bayrağı Ebu Müslim tarafından Horasan’da açılır:

Ebu Müslim el Horasani 747 yılına siyah ihtilal bayrağını açarak, Emevi hanedanının sonunu getirecek olan büyük isyanı başlatır. Eyaletin yönetim merkezi Merv şehrini ele geçirerek, halka peygamber soyundan gelen ve ismi şimdilik açıklanmayan yeni İslam halifesine bağlılık yemini ettirir. Bunun üzerine Horasan genel valisi Nasır Bin Seyyar, kaçarak canını zor kurtarır.

Emevi hanedanı için artık çok geçtir. Horasan önderinin İhtilal ordusu, Kahtabe komutasında hızla Irak’a doğru yürüyüşe geçerken, önünü kesmek için üzerine gönderilen Emevi orduları arka arkaya yenilerek, isyanda İhtilal ordusuyla birlikte Irak’a doğru yayılıyordu.

Son Emevi Halifesi Mervan ve tüm Emevi soyu katliama uğratılırken peygamber soyundan olan Ebu’l Abbas, Ümeyyeoğulları’nın kanını öyle çok döküyordu ki, El Saffah (kan dökücü) lakabı takılıyordu. Emevi soyundan canını ancak kurtarabilen tek kişi ise, Kuzey Afrika’ya ulaşarak oradan Endülüs’e kaçacak ve İspanya’da Halifeliğini sürdürecektir.

Emevi soyunu öldürerek kurutma, büyük bir kin ve kararlılıkla Arap olmayan Müslümanlar tarafından değil, Haşimoğulları tarafından yapılması gerçekten manidar bir durumdur. Abbas’ın amcası Abdullah, Şam’a girince 90 kadar Emevi’yi sopalarla döverek öldürtür. Hala bir kısmı can çekişen cesetlerin üzerinde bir de sofra kurdurur.

Abdullah Suriye, Filistin ve Mısırda bulduğu bütün Emeviler’i kırıma uğratırken, Kardeşi Süleyman, Irak’takileri yok ederken, Basra’da ki bütün Emeviler’i sokaklarda sürükleterek köpeklere yedirir. Tabii ki iş sadece Emevi soyu ile bitmiyordu. Ebu Müslim, Emeviler ile yakın ilişkileri olduğu bildirilen 200 bin den fazla kişiyi de öldürtmüştür.

Bütün ihtilaller sonunda kendi çocuklarını yer!

Sonunda öldürecek Ümeyyeoğlu kalmayınca, her ihtilalde olduğu gibi, İhtilalin çocukları iktidara otura bilmek için birbirlerini yemeye başlar. Ali taraftarları ile Abbas, Abbas ile amcası Abdullah, Abdullah ile de kardeşi Mansur arasında çıkan iktidar savaşlarıyla da binlerce Müslümanın daha kanı dökülür.

Abdullah, Ebu Müslim ile savaşa hazırlanırken, saf değiştirmelerinden korktuğu 17 bin Horasanlı askeri, gece uyurlarken öldürtür. İlk Abbasi Halifesi Mansur, Abdullah’a karşı kendisini Hilafet tahtına oturtmasına rağmen, İhtilal yürüyüşünü Horasan’da başlatan Ebu Müslim El Horasaniyi bile, her türlü ihtimale karşı pusuya düşürerek öldürüyordu.

749 yılında Ebu’l Abbas, cebren Hilafet tahtına otururken, Ali soyunun da ona karşı mücadelesi başlar. Tabii ki bu sefer de Ebu’l Abbas, Ali taraftarlarının temizliğini yapacaktır.

Türkler ise kendileri için hiçbir şeyin fark etmediğini sonradan anlayacaklardır:

Buhara, halkı baskının ve ağır haraç vergilerinin devam etmesi üzerine, “kan dökmek ve adaletsizlik yapmak için peygamber soyunun peşinden gitmedik” (Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman olduk, sayfa: 126) diyerek, Şarik Bin Şeyh önderliğinde yeniden ayaklanırlar. Ayaklanmaya her etnik kökenden Buhara’nın son derece fakir insanlarının katılması ise manidar bir durumdur.

Ebu Müslim’in isyanı bastırmak için, ordusuyla yolladığı komutanı Ziyad bin Salih’e ise, şehrin egemen sınıfı yardın ediyordu. Buhara üç gün yağma ve yılıma uğratıldıktan sonra, sağ kalan isyancılar da şehrin kapılarının önlerinde asılırlar. Baskı ve ağır haraç vergisinin devam etmesi üzerine ayaklanan Semerkant’a da, Buharalılardan daha farklı bir şey yapılmayacaktır.

Abbasi devrinde Türklerin neler yaşadıklarını anlatmaya, gelecek yazımda devam edeceğim.

AHMET ELDEN

Türkler nasıl Müslüman oldu: "Saklanan tarih - 9"

 751 yılının Temmuz ayında, ordusu Talas’ta bozguna uğrayan Çin, Orta Asya’nın egemenliğini Araplara bırakırken, Türk Tarihi’nin akışı da değişiyordu:

Türklerle yapılan zorlu mücadelelerin verdiği yılgınlık ve Abbasi devrimi nedeniyle, Arapların baskısının önemli oranda zayıflaması, Çin’in batıya doğru genişlemesine neden olur.

Türgişleri üst üste yenilgiye uğratan ve şeflerini öldüren Çin ordusu, Fergana ve Taşkent egemenlerini kedisine bağlar. Hazar Denizi güneyindeki Toharistan egemeni kendi isteğiyle Çin’e bağlanırken, Çin Taberistan’da da genişlemesini sürdürür.

Kaşmir egemenleri ve Kabul ’deki Türk Şahi soyu, Çin egemenliğini tanır ve Kaşgar’dan gelip Pamir geçitlerinden İndus’a uzanan Hint ticaret yolunun güvenliği için Çin’e yardımcı olurlar. Ancak Araplarla sürekli işbirliği yapan Tibetliler yolun güvenliğini sürekli tehdit ederler.

Tibet’e bağlı yerel egemenlerinin Pamir geçitlerini sürekli kapatmaları üzerine, Çin Yabgusunun çağrısıyla bölgeye iki kere sefer yapılır. Koreli General Gav Şien-Çi, Karakurum geçitlerini aşar ve 750 yılında Taşkent’in üzerine yürür. General Gav Şien-Çi, yükümlülüklerini yerine getirmeyen Taşkent egemenini tutsak alır. Ayrıca Taşkent yağmalanır. Pek çok değerli taşlar, mücevherler, altınlar ve değerli binek atları, Çin İmparatoruna ve çevresine armağan edilir.

Taşkent seferindeki başarısı ve cömertliği nedeniyle Çin İmparatoru, General Gav Şien-Çi’yi, Hı-Şi Valisi unvanıyla Sarı Nehrin batısındaki bütün ülkelerin yöneticiliğine atar. (Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, cilt: 3 Sayfa: 1167)

751 yılının Temmuzunda, Türk Tarihi’nin akışı, Talas’ta değişiyordu:

Taşkent egemeninin Çinliler tarafından idam edilmesi üzerine oğlu, Horasan Önderi Ebu Müslim’den yardım ister. Ebu Müslim’in başına komutanı Ziyad’ı atadığı ve kendisine bağlı yerel Türk egemenlerinin kuvvetleriyle de destekleyerek gönderdiği ordusunun amacı, Çin kaynaklarına göre Doğu Türkistan’daki Çin’e bağlı bütün eyaletlere baskın yapmaktır.

Koreli general, üzerine gelen Arap-Türk birleşik ordusunu daha ileride karşılamak için, 700 kilometrelik yürüyüşle Talas önlerine geldiğinde, Karluk ve Fergana’dan aldığı askeri destekle emrindeki Çin-Türk birleşik ordusu da 20-30 bin askerden 70 bin askere ulaşmıştır.

Her iki General, Türkistan egemenliğini kaptırmamak için 751 yılının bir Temmuz günü Talas önlerine ordularına hücum emri verdiklerinde, üç milletten yaklaşık 150 bin insan, Dünya tarihinin en önemli savaşlarından birinde, komutanlarının amacı için birbirlerine girmiş, var güçleriyle savaşıyordu.

Savaş tam beş gün sürmüş, egemenlerinin amacı için binlerce insan birbirlerini öldürmüş, ancak iki ordu da üstünlük kuramamıştı. Ve işin daha da acısı her iki orduda da bulunan binlerce Türk asker vardı. Yani aynı milletin binlerce insanı, iki ayrı orduda, biri Arap, biri Çin emrinde Koreli olan komutanlarının, kendi ülkelerinde, kendilerine egemen olmaları için, birbirlerini öldürüyorlardı.

İşte Talas Savaşı budur ki, hiçte Türk milleti için, zafer diye övünülecek bir tarafı da yoktur.

İşte bu amansız savaşın beşinci gününde, Çin ordusundaki Karluk Türkleri saf değiştirince iki ateş arasında kalan Çin ordusu bozguna uğrar. Yardımcısı Li-Şi-Ye’nin güçlükle ikna ettiği General Gav Şien

Çi, 70 bin kişiyle geldiği Talas önlerinden, ordusunun yarısından fazlasını kaybederek geri çekilirden, Orta Asya egemenliğini de Araplara terk ediyordu.

İşte Türklerin Tarihi de, Dünya tarihini de derinden etkileyecek bir şekilde yön değiştirir.

Asında bu savaşla Türklerin hemen İslam’a yöneldiği sanılmamalıdır. Ancak koşullar Arapların Türkleri dönüşüme uğratması için uygun hale gelmiştir. Bu savaşın bir özelliği daha vardır, Araplar artık Türk ülkelerinde egemendir. 15 yılda Dünyanın en büyük coğrafyalarından birine egemen olan Arap İmparatorluğu, Ahnef Bin Kays’ın Ceyhun Nehrine dayanmasıyla birlikte başlayan Ceyhun’un ötesindeki Türk ülkelerini istila mücadelesi, Arapların hiçbir ülkede karşılaşmadıkları, 10 binlerce Arap askerinin can verdiği ve 70 yıl boyunca içinden çıkamadıkları bir batağa dönüşmüştür.

Sonunda Arap İmparatorluğu Türk Ülkelerinde egemendir. Ancak Tanrı Dağları’nın batısında bütün istila enerjisi de bitip tükenmiştir. Artık daha ötesi Çin’dir ve Çin gibi bir ülkeyi de istilaya kalkmak,  Arapların akıllarından bile geçmeyecektir.

Yine de Soğd egemenleri Arap egemenliğini reddedecek ve Ebu Müslim Semerkant’ta olduğu halde Keş şehrinde ayaklanma başlayacaktır. Araplar, Türk ayaklanmasını bastırırlar. Keş egemeni ve bütün ayaklanmacı yerel egemenler öldürülürken, başta Buhara ve diğer Soğd egemenleri de, suç ortaklığı yaptıkları gerekçesiyle asılarak idam edilirler.

Askeri mücadeleden, İnanç görünümlü mücadeleye evriliş:

Bu kez Araplara karşı Samanoğlu devleti kurulana kadar dinsel bir görüntü ile mücadeleler devam edecektir. Anti-Emevilik olarak başlayan bu mücadelelerde Şii mezhebinde kendini gösteren Arap dışı bir İslam mücadelesi, resmi İslam’a karşı soyut bir İslam’ın mücadelesi olarak sürecektir.

Mevalilerin isyanıyla Abbasi iktidarının yükselişi sonunda, bu kez de Abbasi iktidarının resmi İslam’ın temsilcisine dönüşmesi ile Mevali halkların muhalefeti de yönünü bu kez Abbasilere döner. İşte tüm bu nedenler İslamiyet’in bir Revizyona zorlanmasına neden olur.

İşte Mevalilerin içinden çıkarak Horasan’da ihtilal başlatan. Ve Ümeyyeoğulları’nın zulmünü bitiren, Ebu Müslim El Horasani, suikast ile öldürülmesinden sonra, Ali soyuna rağmen Abbasileri iktidara getirmesi, Şii hareketini bastırması, Zerdüşt inancından Bidafiler eylemini ve Buhara halkının isyanını kanlı bir şekilde ezmesi unutularak, Mevali halkların resmi Arap İslam’ına karşı mücadelesinin sembolü olur.

Çünkü Ebu Müslim bir mevalidir ve iktidara taşıyarak resmi Arap İslam’ının temsilcisi yaptığı Abbasi Halifesi tarafından öldürülmüştür. İran’da Sinbad, Zerdüştleri, Mazdekileri, Şiileri birleştirerek, Nişabur’da Ebu Müslim’in kan davası için ayaklanma başlatır. 100 bin kişiyi bulan ayaklanmacılar Şiiler, Zerdüştler ve asıl olarak da Türklere dayanarak, siyah bayraklı Abbasi’ye karşı beyaz bayrak açarlar.

Ayaklanma bastırılsa da beyaz elbiseli, beyaz bayraklıların eylemi, 776 da El Mukanna ismi verilen kişinin önderliğinde bütün Türk ülkelerine yayılarak devam eder. Ayaklanmaları sürekli kanla ezilen beyaz bayraklı ve beyaz giysililer, Heterodoks İslami akımlar içinde erirler.

Eski Horasan genel valisi Nasır Bin Seyyar’ın torunu Rafi’nin Güney Türkistan’da başlattığı ayaklanma tüm Türklerin desteğiyle 810 yılına kadar devam eder. İslam İmparatorluğu, Ceyhun ve Seyhun arasındaki isyanlara sürekli destek veren Seyhun ötesi Türklerini ve egemenlerini ise kendisine bağlayamaz. Karlug yabgusunun üzerine gönderilen ordulardan bir sonuç alınamaz.

 811 yılında Me’mun kardeşi Halife Emin’e karşı mücadeleye başlatmadan önce durumdan şöyle yakınır: “En elverişsiz zamanda mücadeleye başlamak zorundayım. Karlug Yabgusu itaate yanaşmıyor. Tibet egemeni Kağan da öyle, Kabul Kralı, ülkesinin yanındaki Horasan’ı istilaya hazırlanıyor. Otrar egemeni (Peçenek ve Oğuz bölgesi) eskiden ödediği haracı ödemiyor.” (Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Cilt:3 sayfa:1173)

Sonunda Me’mun, Horasan ve Maveraünnehr’e, Tahir’i ve Samani gibi özerk yerel egemenler atayacaktır.  Bu yerli soylular sayesinde Dihkanlar ve Tüccarlar yararına kurulan egemenlikler sayesinde Horasan, Buhara ve Semerkant, İslam’ın en önemli merkezlerine dönüşür. (Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, cilt: 3 sayfa: 1174)

Me’mun’un bu Horasanlı (Türk) Mevaliyi gözeten tutumu ise tabii ki siyasi çıkar amaçlıdır. Babası Halife Harun ve Arapların desteğiyle Halife olan Emin’in karşısına başta İranlılar olmak üzere tüm Mevali halkların desteğiyle çıkarak iktidara oturduğunda, Arapların Abbasi kuşkusu artarken, Mevali halk Hilafetin yanında daha güvenilir bir güç haline gelecektir.

Artık istila dönemi sona ermiş, savunma dönemi başlamıştır:

Ancak yine de Emevi döneminden sonra her şeyin değiştiği sanılmamalıdır. Arap'ın ulusu Kureyş, Kureyş’in ulusu Beni Haşim mutlak iktidardır. Emevi dönemi zorunlu Arapça kullanımı “Müslüman dili” adıyla daha da yaygınlaştırılırken Mevali halkın algısıyla oynanmıştır. Bununla birlikte istila gücü iyice tükendiği için artık istiladan savunma politikasına geçiliyordu.

Göçebe Türkler’ in saldırılarına karşı surlar inşa edilir. Horasan’ın Abbasi valisinin emri ile yerli halkın angarya emeği ve varlıklarıyla inşa edilen ve Buhara eyaletinin 22 bölgesinin 15’ini kuşatan 72 kilometrelik sur adeta küçük bir Çin Seddi’dir. 776 yılında Taşkent ve çevresinin de, yine göçebe Türklerin akınlarından koruna bilmesi içi Seyhun’a uzanan ve şehre 12 kilometre mesafedeki Çirçik nehrine ulaşan bir sur inşa edilir.

Bunların yanı sıra “ribat” adı verilen ve gönüllü gazilerin koruduğu binlerce berkitiliş yapı inşa edilir. Örneğin Taşkent’in kuzeyinde çevresi akıncı göçebe Türklerle dolu olan İsficap bölgesinde bu yapılardan 1700 adet bulunduğu söylenir. Yine Baykent çevresine, Karakurum Oğuzlarına karşı yüzlerce “ribat” yapılır. Horasan’ın kuzeyinden geçen ve çevresini bozkırların sardığı ticaret yolu, yine göçebe Türklerin akınlarına karşı ribatlarla doludur.

Ribat örgütlenmesinin, işgalci Arapların “El Kamil” (olgun), Türklerin ise “El Cağr” (kurbağa) adını verdikleri Eşres’in, yıkılmaya yüz tutmuş Arap egemenliğini yeniden sağlamlaştırmak için, İslam’ın da bir araç olarak kullanılmasına eşlik eden bir yöntem olarak kurulmaya başlandığını görmekteyiz.

Değeri gittikçe artan bir ticaret malzemesi, Türk köleler:

Abbasiler döneminin en belirgin özelliklerinden biri de, bu kez de göçebe Türklere karşı sürekli bir hâl alan savaşlarda kullanılmak üzere değerleri gittikçe yükselen bir ticaret malzemesi haline gelen köleleştirilmiş Türklerdir.

Abbasi saraylarının ve ordularının en aranılan malzemesi köleleştirilmiş Türkler olmuştur. Yerel egemenlerden yükümlü oldukları haraç, köle olarak alınmaya başlanır. Kabil’in Türk Şahi egemeni, her yıl Oğuz boylarından2 bin köle sağlar. İbni Hurdatbih, tanesi 300 dirhemden 2 bin Oğuz kölenin değerinin 600 bin dirhem ettiğini söyler. 10. Yüzyıl Arap coğrafyacısı İbni Havkal, abartılı bir biçimde Türk kölelerin değerinin müthiş yüksek olduğundan bahseder. “Horasan’da bir Türk çocuğunun 3 bin dirheme satıldığını gördüm…” (Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, cilt:3 sayfa:1176-1177).

Bu şekilde Arap ordularında mevali birliklerinin kurulması giderek sistemli bir hâl alır. Araplarla hiçbir eşitlikleri olmayan bu köle askerlerin ganimet hakları yoktur. Ancak geçinmelerinin sağlanmaları için maaşa bağlanmışlardır. Türklerle yapılan 70 yıllık mücadele sonucunda savaşçı güçlerinin iyi bilinmeleri, İslam ordularında Türk köleler giderek artan oranda bir sayısal üstünlük elde ederler.

Böylece Türk köle lejyon ordusu, İslam İmparatorluğu’nun giderek temel askeri gücünü oluşturacaktır.

Gelecek yazıma bu konuyla devam edeceğim.

AHMET ELDEN